Powered By Blogger

Bumerang

Moskova seyahati etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Moskova seyahati etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2018 Salı

Nazım Hikmet ve Moskova

Yaşayacağım yeri seçememek fikri kafamı çok kurcalasa da, gittiğim yerlere alışmaya çalışıyorum. Bu çalışmak kelimesi, ilk iki, bilemedin üç ay bir efor barındırıyor, dolayısıyla sancılı bir süreç yaşatıyor. Sonra o kentlerin bana vereceklerine odaklanıyorum, bu da beni daha mutlu ediyor ve bu ikinci süreç beni her anlamda donatıyor. Eğer şu anda buradaysam, bunun mutlaka çok iyi bir nedeni var.
Şu ana kadarki antiamerikan ülke deneyimlerimizle yavaştan dalga geçmeye başladım. Kuzey Kore’ye gidemeyecek olma düşüncesi beni epey rahatlatıyor, ama sırada Çin de varsa, oranın da bize öğreteceklerine kucak açmaya hazırız.
Buraya gelmeden önce, dürüst olmak gerekirse,içimden “Rusya asla olmasın, n’olur Allahım!” dediğim oldu. Belki de sırf bu düşünce bizi buralara getirdi. Havası beni korkutuyordu, dili de… Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına olan inancım sayesinde ilk üç aylık dönemi de atlatarak, gezmeye, görmeye, öğrenmeye çalışıyorum.

Moskova tek başına bir anlam ifade etmiyor benim için. Ama yanına Nazım Hikmet eklenince, yüzüme kocaman bir tebessüm yayılıyor. Türkiye’nin en önemli şairinin yürüdüğü, yediği, içtiği yerlerde bulunma ihtimali, kafamdaki Moskova algısının bulunduğu dosyanın yerini değiştiriyor. Bir çok olay aslında bu şekilde değil midir? Kafamızda başka bir dünya yaratmışızdır, sonra bakış yönümüzü değiştirince bizi içine çekiverir.

Ben de Nazım Hikmet'in hayatıyla, eserleriyle bana bir şeyler söylemek istediğini düşünerek, onun hakkında hiçbir şey bilmiyormuşum gibi, onu baştan öğrenmeye karar verdim. Bu düşüncem Rusya'nın en önemli isimlerinden olan Puşkin, Çehov Gorki, Dostoyevski, Tolstoy için de geçerli.


Hayatıni, eserlerini, neden Moskova'ya gelip, burada memleketine hasret öldüğünü hep birlikte, yeniden öğrenmeye ne dersiniz?






Nazım Hikmet (1901-1963).... 
Romantik komünist, tutkulu aşık, büyük şair ve yazar. Vatanına hasret giden bir sürgün... 
Kimse kimsenin hayatını eleştirmek zorunda değil. Her üretken kişinin beslendiği bir kaynak vardır. O da aşktan beslenmiş. Vatan hasreti ona yazdırmış, daha iyi, eşit koşullarda yaşam düşlemiş insanlık için. Hayatını adamış inandığı ilkeler uğruna, bedel ödemiş fikirleri için, tıpkı Yılmaz Güney gibi...  

Pek çok şiiri bestelenmiş, şarkı haline getirilen eserleri Grup Yorum, Zülfü Livaneli, Ezgi'nin Günlüğü, Cem Karaca, Fazıl Say gibi sanatçılar sayesinde yediden yetmişe herkes tarafından bilinir olmuş. 

Ölümünden 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşlığına alınmış şair, klasik Türk şiiri çizgisinden ayrılarak serbest ölçüde yazmış ve tüm dünyada tanınan Türk şairleri arasına girmiş. Hem aşk hem memleket şiirleriyle akıllara yer etmiş aslında ama roman, anı, oyun, masal, hikaye türlerinde de eserler vermiş. 


Piraye ile büyük aşkı dillere destan olmuş, kadını için yazdığı şiirler herkeste büyük etki yaratmış. Turgut Uyar gibi pek çok şairi etkilemiş, Küba Devriminin ünlü lideri Che Guevara tarafından da okunmuş. Güneşi İçenlerin Türküsü, Herkes Gibi, Salkım Söğüt gibi çok sevilen şiirlerin yaratıcısının hayatına bir göz atalım şimdi.













20 Kasım 1901'de Selanik'te doğmuş. Doğum tarihi nüfusa 15 Ocak 1902 olarak kaydettirilmiş. Böylece 40 gün için bir yaş büyük gözükmüş olmamış Nazım. İlk yılları Selanik ve Halep'te geçmiş.

Baba tarafından dedesi Nazım Paşa valilikler yapmış, özgürlükçü, şairliğe yatkın bir kişiymiş. Mevlevî tarikatına üyeymiş.

Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu bir memurmuş. Bir özgürlükçü olan Hikmet Bey, Selanik'in son valisi olarak yaptığı görevin ardından yeni bir hayat kurmak amacıyla Halep'e taşınmış. Babası Nazım Paşa'nın yanında düzen kurmaya çalışmış. Bakmışki ticaret yaşamını beceremiyor Istanbul'a taşınmak zorunda kalmış. Istanbulda da iş kurmaya çalışmış ama dikiş tutturamamış. Istemeye istemeye memuriyet hayatına geri dönmüş. Kalem-i Ecnebiye'de (dışişlerinde) memur olarak çalışmaya başlamış. Fransızcası çok iyi olduğu için de Hariciyede hiç zorlanmamış.

Annesi Celile Hanım, evde özel öğrenim görerek yetiştirilmiş. Saray ressamı Fausto Zonaro'dan resim dersleri almış . Ilk kadın nü ressam.  Piyano çalıyor, resim yapıyor, Fransızca biliyor. Mustafa Celalettin Paşanın torunu. 

Paşanın önceki adı Konstantin Borzecki. Polonyadan Osmanlıya göç eden eski bir subay. Celile Hanım'ın annesi ise Alman kökenli bir Osmanlı generalinin kızı.
Yahya Kemal ve Celile Hanım

Celile Hanım'ın kızkardeşi Münevver Hanım da şair Oktay Rifat'ın annesi. Soyağacına bakın sayın seyirciler, ben şahsen ağzım açık yazıyorum şu satırları. Neyse, konumuza geri dönelim; 1900 yılında şair Nazım Paşa'nın oğlu Hikmet Bey ile evlenmiş. ( Osman Balcıgil'in Ela Gözlü Pars Celile'sini okuyorum şu anda. Muhteşem bir kadın. Okumanızı tavsiye ederim) 1917 yılında şiddetli geçimsizlik sebebiyle Hikmet Bey'den ayrılmış. O sırada tanıştığı Yahya Kemal ile büyük bir aşk yaşamış. Ne yazık ki arzu ettiği şekilde evlilikle sonuçlanmamış. Yahya Kemal de evliliğe yanaşmamış pek, Nazım Hikmet de bu ilişkiye karşı çıkmış. Annesiyle babasının boşanmasından onu sorumlu tutmuş ve "Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremeyeceksiniz" diyerek meydan okumuş. Yahya Kemal onun şiir hocasıymış bu arada. Vay arkadaş!!

1913 yılında ortaokul öğrenimi için Mekteb-i Sultaniyeye başlamış. Feryad-ı vatan isimli ilk şiirini de aynı yıl yazmış. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal Paşa'ya okuması üzerine 1915'te Heybeliada'da Bahriye Mektebine gönderilmiş. Öğretmenleri tarafından zeki ama çok çalışkan olmayan, sinirli, üstüne başına çok dikkat etmeyen ancak ahlaki açıdan iyi yetişmiş bir öğrenci olarak tanımlanmış.

3 yıl sonra bitirir bitirmez Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanmış. Daha önce geçirdiği zatürre hastalığı tekrarlamış, toparlayamayınca da 1920de askerliği çürüğe çıkarılmış. Bir süre Bolu'da öğretmenlik yapmış.

Kurtuluş Savaşı sırasında 1921'de Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair ( Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nazim Hikmet, Vâlâ Nureddin) gizlice Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya Vapuruna binmişler. Ankara'dan yalnızca Vâlâ Nureddin ve Nazım Hikmet'e izin çıkmış.

Ardından Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komunist Üniversitesinde Siyasal ve Iktisadi Bilimler okumaya başlamış. Devrimin ilk yıllarına tanık olmuş. Burada komünizm ile tanışmış. 1924'te ilk şiir kitabı "28 Kanunisani"yi çıkarmış. O yıl Türkiye'ye geri dönmüş. Aydınlık Dergisinde çalışmaya başlamış. Yazdıkları yüzünden 15 yıl hapsi istenmiş. Yeniden Sovyetlere dönmek zorunda kalmış. 1928'de çıkan afla ülkesine geri dönmüş. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlamış.



Nazım 1930'da Piraye ile tanışmış. Kovuşturmalar, tutuklanmalar sebebiyle en büyük aşkı Piraye Altınoğlu ile 1935'te evlenebilmişler. Piraye Altınoğlu'nun ilk kocasından iki çocuğu varmış.






Annesi Celile Hanım ve ilk eşi Nüzhet Hanım

Nazım daha önce de Sovyetler Birliginde iki kez evlenmiş. Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile. Bu evlilik kısa sürmüş. Nüzhet Hanım'ın ailesi Nazım'a karşı çıkmış çünkü. Hatta Nüzhet Hanımın babası şöyle demiş; “Her sözüyle, her hareketi ile her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş  bu adamla senin gibi munis, uysal bir kız geçinemezsiniz.” 




Nazım'ın şiir yazmadığı tek kadın Dr.Lena

Ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr.Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik. Dr.Lena'nın Nazım'ı kontrol için görevlendirilen bir KGB ajanı olduğu da söylenir.









1938de tutuklanmış. Ankara Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesine gönderilmiş. Kesinlikle beraat edeceğini umuyormuş. 29 Mart 1938'de askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum edilmiş. Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi de 29 Agustos 1938'de aynı sebeple 20 sene vermiş. Toplamda tam 35 yıl. Çeşitli gerekcelerle bu ceza 28 yıl 4 aya indirilmiş. Çankırı Cezaevine, oradan Bursa Cezaevine gönderilmiş. 1949da Ahmet Emin Yalman'ın Vatan gazetesinde yazdığı bir dizi yazıyla ve gazetenin avukatının yaptığı incelemeyle kamuoyunda Nazım Hikmet'in bir adli hata yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazanmış. Yurtiçi ve yurtdışında benzer girişimler yapılmış. Cumhurbaşkanına, bakanlara, başbakana serbest kalabilmesi için dilekçeler yollanmış. Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamayınca Nazım Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başlamış.

Demokrat Parti'nin çıkardığı af yasası onu doğrudan bağışlamıyormuş. Yalnızca cezasının üçte ikisini indirmiş. 12 yıl 7 ay yattıktan sonra 28 yıl 4 ayı bağışlanmış. 15 Temmuz 1950'de Cerrahpaşa Hastanesindeyken serbest kaldığını öğrenmiş.


Nazım ve Münevver Berk
Hapis yattığı dönem boyunca hasretinden Piraye'ye müthiş şiirler yazmış. Ancak Nazım'ın "en çok sevdiğim kadın" dediği Piraye bu büyük aşkın sonunda terk edilmiş. Cezaevindeki son iki yılında yanına sık sık ziyarete giren dayı kızı Münevver Berk'e aşık olmuş.






Nazım oğlu Mehmet'e bakarken



                                                                          
Cezaevinden çıkınca karısı Piraye'den ayrılmış. 26 Mart 1951'de Münevver Hanım'dan Mehmet adında bir oğulları olmuş.







49 yaşındayken askere gitmesi istenmiş. 17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceğini söylemiş. 20 Haziran 1951'de Romanya'ya varmış. Oradan da Moskova'ya geçmiş.  Büyük dedesi Konstantin Borzecki'nin memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçmiş. 25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarılmış.

Sürgündeyken pek çok uluslararası kongreye katılmış, çeşitli ülkelere yolculuklar yapmış, ve büyük bir ün kazanmış. Yapıtları çeşitli dillere çevrilmiş, pek çok kitabı yayımlanmış.


Vera ve Nazım



1955 yılı sonlarına doğru, Vera Tulyakova adında genç bir kadınla tanışmış. Aşık olmuş ve bu kez gönül verdiği genç kadının evli ve bir kızı olduğunu bir yıl sonra öğrenebilmiş. Eşinden ayrılması için her türlü yolu denemiş. Onun için de harika şiirler yazmış. Ancak 1960 yılında evlenebilmişler.





Ocak 1962'de Kruşçev'in aracılığıyla Nazım Hikmet'e Sovyetler Birliği pasaportu verilmiş. Şubat'ta Vera'yla birlikte Asya ve Afrika yazarlar Birliği kongresine katılmak üzere Mısır'a gitmişler. Çin delegasyonu TC pasaportu taşımadığı için Nazım Hikmet'in Türk delegesi sayılamayacağını söylemiş. Çin'le Sovyetler arasında bir gerginlik varmış çünkü. Şair varlığıyla nasıl Türkiye'ye bağlı olduğunu anlatan bir konuşma yapmış ve ayakta alkışlanmış. Bu konuşmayla kongreye başkan seçilmiş.

Sağlığı gittikçe bozulmaya başlamış. Ama 1962'de Prag, Berlin, Leipzig, Bükreş'te yapılan toplantılara katılmış.
Kasım 1962'de Vera'yla birlikte gezmek dinlenmek için Italya'ya gitmişler. Milano, Floransa, Roma ve oradan da yeni yılı birlikte karşılamak üzere Dino'lara Paris'e geçmişler. Gittiği her yerde ülkesine olan hasretini biraz da olsa dindirebileceği her fırsatı değerlendirmiş. 4 Ocak 1963'te yine Moskova'ya geri dönmüşler.
Şubat 1963'te Asya ve Afrika yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katılmış.
Martta, Nisan'da Berlindeymiş.
Nisan sonunda Moskova'ya dönünce "Cenaze Merasimim" adlı şiirini yazmış.
Mayısta oturdukları apartman dairesi temizlenip boyanırken, Straya Ruza'daki Daçada kalmışlar. Buradan döndükten kısa bir süre sonra 3 Haziran 1963 sabahı 6.30da gazetesini almak üzere kapıya doğru uzanırken bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde hayata veda etmiş.


Nazım Hikmet'in mezarı
Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan cenaze törenine yerli yabancı pek çok sanatçı katılmış. Naaşı Novodeviçi Mezarlığına defnedilmiş. Siyah granit mezar taşının üstüne rüzgara karşı yürüyen adam figürü işlenmiş.

Taaaa 10 Ocak 2009da Resmi Gazetede yayınlanan bir kararla yeniden Türk vatandaşı olmuş. O zamana kadar gönüllerin vatandaşı olmuş tabiki. Vatandaşlıktan çıkartmak da ne ola ki?

Ilk şiiri Feryad-ı Vatan'ı 1913te yazmış.
Ilk şiir kitabını 1928'de çıkarmış; 28 Kanunisani.

Türk şiirinde serbest nazımı ilk kez uygulayan şair.
Yasaklı olduğu yıllarda değişik takma isimler de kullanmış. It ürür Kervan Yürür isimli kitabını Orhan Selim adıyla çıkarmış. 
Kafatası, Bir Ölü Evi, Unutulan Adam, Ivan Ivanoviç var mıydı yok muydu? isimlerinde 4 tiyatro kaleme almış.

1949'da cezaevindeyken Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla La Fontaine'den masallar isimli kitabını çıkarmış.
Eserleri tam 29 yıl boyunca Türkiyede basılamamış. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim isimli ünlü kitabı Türkiye'de 1966 yılında basılabilmiş.
Sevdalı Bulut isminde bir masal kitabı var.
Piraye'ye yazdığı şiirler ve mektuplarıyla ünlü.

Bestelenmiş bir çok şiiri de var;
Cem Karaca...Herkes Gibi, Hoşgeldin Kadınım, Kerem Gibi, Ceviz Ağacı
Zülfü Livaneli...Vapur, Saat dört yoksun, Hoşçakal Kardeşim Deniz, Karlı Kayın Ormanı
Ezginin Günlüğü...Seni Düşünmek Güzel Şey, Japon Balıkçısı
Volkan Konak...Tahir'le Zühre meselesi

Nazım Hikmet şiirlerinde Moskova'nın önemine de değinmek isterim. Hayata bakışını ve yaşamının akışını değiştiren bir şehir. 

"Altın aynalarda Moskova şehri
 Moskova evim,
 Moskova odam,
 Moskova 19 yaşım, 60 yaşım.
 Moskova öğretmenim, yoldaşım,
 Moskova seni armağan eden bana. "

Moskova'da iki dönemi geçmiş. Üniversite ve sürgün yılları. Sovyetleri anlattığı şiirlerinin çoğunu sürgün döneminde kaleme almış. Burada yeni bir dünya idealiyle tanışmış ve Istanbul kadar sevmiş Moskova'yı. 

"Bu şehri düşlerinde gördü onlar,
 Pembe, beyaz çiçek açmış,
 Kocaman, koskocaman bir elma ağacıydı 
 Benim için bu şehir
 Sade düşlerin şehri
 Bir umut şehri değil.
 Yazın seher vakitleri,
 Açık denizlerde tan yerinde seyredilen
 Erişilmez bir bulut şehir değil.
 Ben eski Moskovalıyım
 Eski Istanbullu olduğum kadar."

Moskova aynı zamanda insanlığın kurtuluş eyleminin önemli simgelerinden birisi onun için. Dünyada ilk işçi devletinin başkenti olması bu duyguyu yaşatmış olsa gerek.

"Kızıl Meydan bütün meydanlardan geçer 1 Mayıs'ta
 Kızıl Meydan 1 Mayısta girer bütün hapislere.
 Kızıl Meydan bütün iklimlerden geçer 1Mayısta,
 Karın, yağmurun, güneşin altında. 
 Dünya 1 Mayısta Kızıl Meydan olur,
 Lenin'in konuştuğu meydan."

İçinde Moskova geçen şiirleri yoğun bir hüzün de barındırıyor. Bunun sebebi memleketine ve Istanbul'a duyduğu özlem. Bazen bir yolculuk sırasında, bazen de evinin penceresinden bakarken yazmış şiirlerini.

"Bakıyorum Moskova'nın pencerelerinden birinden
 Seni düşünüyorum memleketim.
 Memleketim, Türkiye'm seni düşünüyorum.
 Zaten bir dakika çıktığın yok aklımdan.
 Hasretin dayanılır gibi değil.
 Moskova'da yaşamanın saadeti olmasa,
 Burda herkes sormasa seni benden,
 Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese,
 Sevmese seni onlar,
 Benim onları sevdiğim kadar."

Hayatının detaylarını öğrenen kişilerin, Nazım'ı şahsiyetsizlikle suçlamalarına bir anlam  veremiyorum. Hayranlık uyandıran şair olmak zorunda değil. Şiirlerini hanginiz beğenmediniz ki? Nazım aşktan, özlemden beslenen şiir, felsefe, sanat insanı. Yazdıklarının nezdinde gıpta ettim aşklarına ve içinde bitip tükenmek bilmeyen sevgisine... Sevmeyi de, yaşamayı da, ölmeyi de bilen bir adam. 

Piraye'yi düşünüyorum, onun ardından tek bir kelime etmeyişini. Yalnız mektuplarını değil, bize kalan şiirlerinin çoğunu onun sayesinde okuduğumuzu. Partili dostları bile şiirlerini saklayamazken, onun cesareti de hayranlık uyandırdı bende. Internette bilgileri derlerken uluorta konuşulanları okudum. Allahım dedim, Sevgili Piraye nasıl da haklısın tek kelime etmemekle. Oğlu Mehmet Fuat'a da tek kelime etmemesini söylemiş. Ayran gönüllülük üzerine döktürenler biraz da hayatı tek bir açıdan değerlendiremeyeceğimizi anlasalar keşke... Moskova'dan selamlar, sevgiler herkese...
Not: Tüm bu yazının üzerine, Nebil Özgentürk'ün Nazım Hikmet belgeselini mutlaka izleyin. Neden kaçmak zorunda kaldığını kendi sesinden dinleyince daha iyi anlayacaksınız.









6 Nisan 2018 Cuma

BÜYÜKSÜN TOLSTOY


Bu hafta da evimize çok yakın mesafedeki Tolstoy'un evini ziyaret ettim. Bu sefer yakın bir arkadaşımla, keyifli bir gezi oldu. Çehov okumadan, hayatının her detayını öğrenmiş olabilirim. "Ne kadan da cahilsin!" diyebilirsiniz. Eşim diyor ki, edebiyatın magazincisi oldun. Ama Tolstoy okumamış birisi değilim. O kadar da değil arkadaşlar. Lise döneminde klasiklerin çoğunu okudum. Unutmuş olabilirim sadece. Anna Karanina, Diriliş, Savaş ve Barış hatırladıklarım. Daha önce de dedigim gibi, klasikler farklı yaşlarda tekrar okunmalı.

Biraz kimmiş, neler yapmış öğrenelim, sonra da hep birlikte nasıl bir yerde yaşadığına bakalım.

Lev Nikolayeviç Tolstoy 1828 - 1910 yılları arasında yaşamış. Tula'da dünyaya gelmiş. Tula Rusya'nın Avrupa tarafında ve Moskova'nın 193km güneyinde. İki yaşında iken annesini ve dokuz yaşındayken de babasını kaybetmiş. Eğitimini halaları üstlenmiş ve 1943 yılında Doğu illeri okumak üzere Kazan Üniversitesi'ne gönderilmiş. Ama burayı yarım bırakıp Hukuk Fakültesi'ne geçmiş. Bu eğitimini de yarıda bırakıp, doğduğu ev olan Yasyana Polyana Malikanesine dönmüş. 3 yıl sonra Rus ordusuna yazılmış, 1854-55 arası Kırım Savaşında görev almış.

Bu dönemde otobiyografik eserlerini yazmış:
"Çocukluk, İlk Gençlik, Gençlik"
Ayrıca "Tipi, İki Süvari Subayı ve Toprak Ağası'nın Sabahı"nı yazmış.

Bu eserleri başarılı olunca kendini edebiyata adamaya karar vermiş, savaştan sonra St.Petersburg'a gitmiş. Ama buradaki demokrat ve muhafazakar edebiyatçılarla anlaşamayarak 1857'de İsvicre, Almanya ve Fransa'yı kapsayan bir seyehate çıkmış. Bu dönemde eğitim kurumlarıyla ilgilenmiş ve döner dönmez çiftliğindeki köylü çocukları için bir okul açmış. 1860'da ikinci bir Avrupa seyehatine çıkmış ve eğitim kurumlarını ayrıntılı bir biçimde inceleme fırsatı bulmuş. Batı'nın yapay ve maddeci uygarlığının insanı bozan bir etken olduğunu düşünmeye başlamış. Rusya'ya geri dönmüş. Bu dönemde serflik kaldırılmış. (Serf, Ortaçağ Avrupası'nda, miras yoluyla kendine tahsis edilen kiralık arazide toprak ağası adına çalışan köylü demek. Toprağın ve ürünün mülkiyeti toprak ağasına ait olmakla birlikte, serfler yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ürünü kendilerine ayırabiliyorlardı.) Kendi bölgesinde eski serflerle toprak sahipleri arasındaki toprak ve borç anlaşmazlıklarını çözmek üzere yargıçlık görevini üstlenmiş.

1862 yılında 34 yaşında iken komşu kızı Sofya Andeyevna Bers ile evlenmiş. Tam 13 çocuğu olmuş. Bu dönemde Kazaklar, Sivastopol Hikayeleri ve belki de en büyük romanı olan Savaş ve Barış'ı yazmış.

1865 'de Napolyon Savaşları sırasında yazdığı Savaş ve Barış, yaşama sunulan bir destan olarak nitelendiriliyor. Çünkü bu romanda geniş bir zaman sürecinden bahsedilir, somut şeyler kolayca canlandırılabilir, beşyüz kadar kişiden bahseder, öykü dallanıp budaklanır. Insanı kolayca sürükler. Geniş ve detaylı olduğu için tarihi bir belgesel. Karakterlerin her biri de diğerinden farklı özellikler taşıyor.

Bu önemli eserinden sonra yazar gittikçe artan bir bunalıma girmiş ve 1877 yılında Anna Karenina'yı yazmış. Burada aileleri mutsuzluğa götürebilecek etmenleri araştırıp, kendimizi sorgulamaya itiyor.

1880'den sonra Ortodoks kilisesini eleştirmeye başlamış. Kendine özgü bir hristiyanlık anarşizmi geliştirmiş. "Dogmatik Teolojinin Eleştirisi", "O halde ne yapmaliyiz?", "Tanrı'nın hükümdarlığı icimizdedir" adlı makaleleriyle 1901'de kilise tarafından afaroz edilmiş. Bu dönemde de "Ivan Ilyiç'in ölümü", "Kreutzer Sonat", "Hacı Murat" ve "Diriliş" gibi eserleri, aynı manevi arayışa, ahlaksızlıkla suçladığı sanatı ve doğmalar ile mucizeler üreten Kilise'yi yadsıyışına işaret ediyor.

1900lerden itibaren mülkiyet konusundaki radikal fikirleri sebebiyle ailesiyle arası açılmış. Diğer yandan da aydın Rus gençleri arasında giderek daha çok tanınmış. Bu ikisi, derin bunalımını ve manevi yalnızlığını arttırmış. 1910'da ailesini terk etmeye karar vererek yanına en küçük kızı ve doktorunu alarak yola çıkmış. Ama birkaç gün sonra Astapovo tren istasyonunda zatürreden ölmüş olarak bulunmuş. Doktoru ne yapıyormuş o sırada merak da etmiyor değilim.

Trajik bir son olmuş Tolstoy'unki. Çehov'la aynı dönem yaşıyorlar. Tolstoy ondan daha büyük. Ama ikisinin evini kıyasladığımda arada dağlar kadar fark var. Çehov çok daha zor koşullarda yaşamış. Tolstoy'un bir eli yağda bir eli baldaymış. Evi tam bir malikane, eşyaların kalitesi de bunun altını çiziyor. Ama edebi açıdan Tolstoy'un eserleri daha iyi bulunuyor. Ben, bu evi ziyaret etmeden önce hayatını bilmiyordum. Daha sade bir hayat beklerken, nedense hayal kırıklığına uğradım. "Bu kadar rahatın içinde ben de yazardım" diye geyiğini bile yaptık arkadaşımla. Tabiki mevzu bu değil. Edebiyatın magazin kısmı bizi ilgilendirmesin. Adam kendini yazılarıyla tarihe altın harflerle yazdırmış. O kadar refahın içinde yaşadığı kişisel bunalımları, onu daha yaratıcı yapmış olabilir. Kalemine sağlık Tolstoy! Bize düşen de kitaplarını defalarca okumak olsun.

Gelelim müze haline getirilmiş evine...
Çok geniş bir bahçesi var. Hatta Tolstoy'un bu evi almasının sebebi bu geniş, düzenli bahçe. Hem de kentin ortasında, onun için sığınabileceği bir yer. Şu anda bahçede tam 160 ağaç bulunuyor. Üç ıhlamur ağacı neredeyse 200 senelik. Ağaçlardan on tanesini de Tolstoy dikiyor, işaretlerle belirli o ağaçlar. Evin bahçesinin en çok kullanılan, yaşayan yeri ana evin bahçeye bakan kısmı. Tolstoy ailesi bahçede kriket oynarlarmış, kışın kayak yaparlarmış. Birlikte çay içecekleri bir yaz köşesi de var.


Yaz köşesi




Ana evin tadilatında Tolstoy ve oğulları bu evin üst katında kalmışlar. Daha sonra bu ev, kiracılara verilmiş. Kitapların basımıyla ilgilenen kişi ailesiyle birlikte burada yaşamış. Şu anda hediyelik eşyalar satın alabileceğiniz bir dükkan.





İçeri girerken, ayağınıza komik ayakkabılardan geçiriyorsunuz. Sözde hijyen için ama tartışılır. Galoşlar daha mantıklı sayın yetkililer. Bu arada giriş 600 rubleydi ama fotoğraf çekmek için ve sesli guide için ekstradan para harcıyorsunuz. 




Tolstoy ailesi 1881'de Yasnaya Polyana'dan Moskova'ya geliyor. Bu evi alıyorlar ama tadilattan geçiyor, 1882 Ekim'inde yerleşiyorlar. 1901 Mayıs'a kadar bu evde yaşıyorlar. 13 çocuktan onu kızları Tatyana, Maria ve Alexandra, oğulları Sergei, Ilya, Leo, Andrei, Mikhail, Alexei, Ivan ile bu evi paylaşıyorlar. 1920'de eve devlet el koyuyor 1921'de de müzeleştiriliyor. Bu evde aileye ait 6000 eşya, 1890lı yılları tam olarak yaşatacak şekilde sergileniyor. 


Soba kapağı bile şaşalı🙂. Evde bulunan duvar sobalarından 10tane var. O dönemde elektriğin olmadığını da düşünün. Sistemin harikalığına ben şapka çıkartırım. 

Oturma Odası

Oturma Odası

Bu ayıyı bizzat Leo Tolstoy avlamış. 1858'de az kalsın canından oluyormuş. 

Tatyana arkadaşlarıyla birlikte Antinoi'nin büstünün bulunduğu bu açık alanda resim çalışmaları yapar, bu büstü de model olarak kullanırlarmış. Küçük çocuklar da gün içinde buradaoyunlar oynarlarmış. Büyük metal tepsilere binerek merdivenden kayarlarmış. 




Eve gelen misafirler, içi doldurulmuş olan ayının tuttuğu bu ahşap tepsiye kartvizitlerini bırakırmış. 

Çin bilardosu
Sergei ve Leo Tolstoy bu piyanoyu çalarlarmış.
Yatağın üzerindeki örtü, Leo Tolstoy'un eşi tarafından örülmüş. Pek becerikliymiş. Kadıncağız evi çekip çevirmiş, çocukların eğitimiyle ilgilenmiş, eşinin yazı taslaklarının temiz kopyalarını çıkartır, eserlerinin kanıtlarını tutar, her şeyi takip edermiş. Hikayeler yazarmış, müzik ve resme de ayrı bir tutkusu varmış. Fotoğrafçılıkla bile uğraşmış. Bu evdeki tüm eşyaların bir envanterini çıkararak, eşyaların günümüze kadar korunmasını sağlamış. 
Sergei'nin eşi Maria'nın portresi. Tatyana Tolstaya yapmış hem de.
Tolstoy çiftinin yatak odası. Yatak gözüme çok küçük geldi. Son çocukları Ivan doğduğu zaman yatak odası olarak kullanmaya başlamışlar. Evlendiklerinde Sophia 18, Lev Tolstoy 34 yaşındaymış. Aslında o dönemde eşlerin yatakları yan yana olmazmış. Iki yatağı birleştirip yatmak Tolstoy'un tercihi. 13 çocuğun bir açıklaması olmalı tabi.😁 
Çocuk odası
Çocuk odası
Çocukların bakıcısı Anna Sukholenkova'nın yatağı

En küçük çocuklar Alexei, Alexandra ve Ivan, ebeveynlerinin hemen yanıbaşındaki bu odada kalırlarmış. Alexei sadece 4 sene yaşamış. Ailenin en küçüğü, herkesin sevgilisi Ivan'a Vanechka diye seslenirlermis. 6yaşında 3 dil konuşabilen bu duyarlı, iyi çocukcağız da 7 yaşına kadar yaşamış.  Onun ölümünden sonra Tolstoy kendini toparlayamamış ve çocuklar neden ölüyor diye kendini sorgulamaya başlamış. Alexandra küçükken onun pek gözdesi değilmiş ama büyüyünce Tolstoy'un özellikle son dönemlerinde en yakın yardımcılarından birisi olmuş. 


Çocuklara yurtdışından yabancı öğretmen getirtilirmiş. Eğitimle ilgili kararları hep Sophia Hanım verirmiş. Kendisi de iyi derece Almanca bilirmiş ve bunu çocuklarına öğretmiş. Bu kadını niye sevememiş acaba? 
Sophia Hanım'ın ellerinden.


Tatyana bir portre sanatçısı. Resim, heykel, mimari eğitimi alıyor. Odası kendi stüdyosu gibi. Ebeveynleri arasındaki tartışmalarda da sakinleştirici rol üstlenirmiş. Arkadaş canlısı, neşeli, enerjik bir mizaca sahipmiş.  Siyah bir masa örtüsü üzerindeki işlemeler ilginç. Odasına gelen kişiler tebeşirle kendi imzalarını bırakırlarmış, o da renkli iple işlemiş. Ne becerikli, yaratıcı bir aile! 

Tatyana'nın odası
Tatyana'nın odası
Tatyana'nın odası
Leo Tolstoy'un çalışma odası. Yazı yazmaya sabah 9, 10 gibi başlarmış. Öğleden sonra planladığı saat olan 15, 16 gibi asla bitiremezmiş. İleri derecede miyopmuş. Metinlerini daha yakından görebilmek için sandalyesinin bacaklarını kısaltmış. 
Leo Tolstoy'un çalışma odası
Leo Tolstoy'un çalışma odası
Leo Tolstoy'un çalışma odası
Leo Tolstoy 67 yaşında bisiklete binmeyi öğreniyor. Ağırlıkla çalışma, ayakkabıcılık, odun kesme, bisiklet, kuyudan su çekme... Bu yaşta tüm bunları yapan Tolstoy'a büyük alkış. 
Tolstoy kendisinin ve ailesinin ayakkabılarını kendi elleriyle yapıyormuş. Valla bravo!
Leo Tolstoy'un çocuk kitapları da varmış. 
Tolstoy'un rakun kürkünden yapılmış paltosu.
Salondaki bu resim15 Nisan 1898 tarihli. Tolstoy, arkadaşları ve akrabalarıyla bir arada. Yanında ayakta duran kişi eşi Sophia, sol uçtaki oturan kızı Tatyana, sağ en uçtaki ise en büyük oğlu Sergei. 
Bu şaşalı oda büyük resim odası diye adlandırılıyormuş. Salonda içilen çaydan sonra evin hanımı arkadaşlarıyla birlikte bu odaya geçerek nazik sohbetler ederlermiş. Daha basit bir hayatı tercih eden Tolstoy bu odayı fazla aristokrat bulduğu için sevmezmiş. Buraya "aptal resim odası" adını vermiş. 
Büyük resim odasının sehpasında duran, aile üyelerinin resimlerinden oluşan bu ahşap resim çerçevesini çocuklar anne ve babasına 30.yıl evlilik yıldönümü hediyesi olarak yaptırmışlar. 
Maria'nın yanındaki bu oda Avdotya adındaki kahyanın ve terzinin.30 yıldan fazla hizmet etmiş Avdotya, Sophia'nın büyük güvenini kazanmış. 
Kızlarının lüks giyinmeleri de Tolstoy'u rahatsız edermiş. Giydiğiniz her elbisede, her kumaşta kaç işçinin emeği var biliyor musunuz diyerek sitem edermiş. Sevgili Tolstoy, ne diyeyim bilemiyorum. Bu düzen sana da rahat gelmiş ki evi terkedişin 80ine doğru. Evdekilere de kendine de huzur vermemişsin be usta!
Evin uşağı Ilya'nın odası. Tolstoy hastalandığında da ona bakarmış. Fakat huzuru pek sevmeyen Tolstoy Abimiz, bu durumun insanları ahlaki açıdan bozacağını düşündüğü için, hizmetlilerin yardımını pek istemezmiş. 
Tolstoy, 7 gibi erkenden kalkarmış. Çalışma odasının yanındaki odada kendini yıkar ve giyinirmiş. Her sabah ağırlıklarını kaldırarak egzersiz yaparmış. Kışları odunları testereyle keser, eve taşır ve çalışma odasındaki sobayı kendisi yakarmış. Bahçedeki kuyudan varile su doldurup, kızakla bunu eve taşırmış. Ayakkabıcılık öğrenip, kendine ayakkabı bile yapmış. 

Yemek masaları. Bu masaya Çehov dahil bir çok yazar, müzisyen, sanatçı gelirmiş. Şarap sadece misafirlere ikram edilirmiş. Yemek saati 6'da tüm aile sofraya otururmuş. Sophia masanın başında oturur ve yemekleri o servis edermiş. Sophia gelmeden asla yemeğe başlanmazmış. Tolstoy, her canlının bir yaşam hakkı olmalıdır diye düşündüğü için 1880lerde vejeteryan olma kararı almış. Onu anne ve kızları takip etmiş. Vejeteryan olmayan diğer çocuklar için evde her zaman iki tip yemek pişmiş.

Evin hizmetlisi Maria Suvorova bu evde, evin sahiplerinden daha uzun yaşamış. Sonra Tolstoyların aşçısı Semyon Rumyantsev ile evlenip mutfağın yanındaki odada yaşamışlar. 

































Üst katta Mikhail ile Andrei'nin odası var. Yabancı dil konusunda eğitim alıyorlar. Anne, baba ve eve gelen misafirler, onların müziğe olan yeteneklerine hayran kalırmış. Özellikle Mikhail viola, akordeon ve balalayka da çalabiliyormuş.

Tolstoy'un yaşamı boyunca kızlarıyla ilişkileri daha iyi olmuş. Özellikle büyük oğlu Sergei ilearasında aşk ve nefret ilişkisi varmış. Tolstoy günlüğünde ondan "aptal bir çocuk" diye bahsetmiş. Fakat 10 yıl sonra bu günlüğü bularak bu cümlenin üstünü karalamış ve "yanılmışım, aslında çok akıllı bir çocukmuş" diye yazmış. İlk çocuklara yazık diye düşünürüm hep. Anneli%i babalığı ilk üzerinden deneyimleyen ebeveynler, sonrakilerde daha sakin olabiliyor. Sergei de epey çekmiş galiba.
Babasına ve onun görüşlerine en yakın olan kişi Maria'ymış. Babasına çalışmalarında yardım edermiş. Lev Tolstoy, kızının bu içtenliğine çok değer veriyormuş. Duygularını göstermekte kontrollü olan Tolstoy, Maria'yı çok sevdiğini ve ona karşı büyük bir hassasiyet gösterdiğini dile getirmiş. 

Üst katta hizmetlilerin odaları da bulunuyor. Avdotya Popova Tolstoylara 30 yıldan fazla hizmet etmiş. Bir terzi de onunla birlikte yaşıyormuş. Kısacası Tolstoy malikanesinde tam 10 hizmetli calışıyormuş. Evin temizliği, yemek, çocuklara bakmak, bahçe işlerini yürütüyorlarmış. 
Uşak Ilya Sidorkov'un bir çok görevi varmış. Yemek servisi, gelen misafirlerin bildirilmesi, odaları düzenlemek, yağ lambalarını tamir etmek, çocuklara ve Kontes Sophia'ya dışarıda ve balolarda eşlik etmek ... Leo Tolstoy tam bir prensmiş hakikaten. Bir köylü gibi basit yaşamı devam ettirmek isteyen Tolstoy'u bir süre sonra bu hizmetçiler rahatsız etmeye başlamış. Sophia ve çocuklara hizmetçileri çıkartıp her işi kendilerinin yapmasını teklif etmiş. Tüm aile şiddetle karşı çıkmış. Tolstoy Baba kusura bakma da ben olsam ben de karşı çıkardım. Ama kendisi bu rahatın içinde yaratıcı olamadığı için ne yapsın, resmen kaşınmış, huzur bozayım da bir roman patlatayım demiş. O da haklı kendine göre. Yazık.

Bu evi ziyaret edenler arasında Anton Çehov, Maksim Gorki, Nikolai Leskov, Alexandr Ostrovsky, Ivan Bunin gibi o döneme damgasını vuran isimler var.


















Bu yazıyı hazırlarken, o kadar çok Tolstoy fotoğrafı gördümki, artık her sakallıya Tolstoy'a ne kadar benziyor diyerek bakıyorum. Tam bir edebiyat magazincisi oldum. Hakkında neler öğrendim neler. Bir ara ekşisözlükten adını arattırıverin.

https://seyler.eksisozluk.com/lev-nikolayevic-tolstoy-hakkinda-az-bilinen-detaylar

Bir ara da youtube kanalımdan şu linke tıklayarak müze fotoğraflarına hızlıca bir göz atabilirsiniz. 

 Tolstoy'un son zamanlarında Sophia ile yürüyüş yaparken, Khamovniki'deki bu eve girerken , Yasnaya Polyana'daki diğer evde çocuklarıyla birlikte odun keserken çekilmiş görüntülerini de şuradan izleyebilirsiniz.

Lafı uzattım yine. Ünlü sözleriyle bitireyim yazıyı. Hepinize iyi okumalar...


  • İnsanlar, aşk üzerindeki görüşlerini değiştirmelidir. Kadınla erkek, cinsel aşkı şimdi olduğu gibi şiir havasına büründürmekten kaçınmalıdır. Bunun yalnızca insanı alçaltan hayvanca bir iş olduğu kabul edilmeli
  • İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.
  • Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte iddiası, bir insanın ötekine söyleyebileceği en acımasız sözdür.
  • Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.
  • İnsanlara en adil şekilde dağıtılan nimet akıldır. Çünkü kimse aklından şikayetçi değildir.
  • Başkaları için kendinizi unutun o zaman sizi de hatırlayacaklardır.
  • Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için, güneşin doğduğunu sanırlar.
  • Biz hem kurtların doymasını, hem de koyunların sağ kalmasını istiyoruz.
  • Bizim mantık evliliği dediğimiz şey her iki tarafın da gençlik çılgınlıklarında bulunup iyice kurtlarını döktükten sonra yapılan evliliktir…
  • Eskiden önce orospularla yatıp sonra temiz aile kızlarını alırdık, şimdi önce temiz aile kızlarını alıp sonra orospularla yatıyoruz…
  • Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyete sanat denir.
  • Sakın ahlak kurallarını çiğnemeyin çünkü öcünü çabuk alır.
  • Sadelik, iyilik ve doğruluk olmayan yerde büyüklük yoktur.
  • Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır.
  • Menfaat karşılığı yapılan iyilik, iyilik değildir. İyilik, sebep ve netice zincirinin dışındadır.Mutluluğu ihtiraslarda değil kendi yüreğinizde arayın. Mutluluğun kaynağı dışımızda değil içimizdedir.
  • Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele her zaman yepyenidir.
  • Kadın, erkeği kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar.
  • İktidar, ancak onu eğilip alabilme cesaretini gösterenlere verilir.
  • İnsanlar seni, istedikleri kadar bilsinler, ama kendi kendini aldatabilir misin?
  • Her şey beklemesini bilen kişiye kendiliğinden gelir.