Powered By Blogger

Bumerang

What's happening in Venezuela etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
What's happening in Venezuela etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2017 Perşembe

KABUS GİBİ

Burada yaşarken fark ettiğim ilginç, bazen de tuhaf durumları bir başlık altında topluyorum. Bir hayli uzun. Haydi başlayalım:

Süpermarket kuyrukları: Vatandaşlık numaranızın son rakamına göre uygun olan günlerde sıraya girip, parmak izi vererek ihtiyaçlarınızı alıyorsunuz. Gerekli olanlar değil de genelde elde olanlar dağıtılıyor. Bu yüzden insanlar kaliteli yiyecek bulmakta zorlanıyor.

Caracas

Banka kuyrukları: Bu ülkede her şey yavaş. Sistem teknolojiye tam uyarlanabilmiş değil ve para çektiğinizde de makine bir tomar para veriyor, saymak uzun sürüyor. Güvenli de değil üstelik. Tomar tomar paraları çantanıza sokuşturup, onu da koltuk altına kıstırıp öyle dönüyorsunuz eve. Sayamadığınız için de banka görevlisi az da olsa cebine indirebiliyor.

Doktorda kuyruk: 10 kişiye aynı saate randevu verilir ve kim önce gelirse girer. Özel böyle. Devlet hastanelerini hiç anlatmayayım.

Eczane kuyrukları: Ciddi bir ilaç sıkıntısı var. Millet ne gelmişse almak için kuyruğa giriyor.

Ödeme kuyrukları: Bir şey satın almak hiç içimden gelmiyor bu sebeple. İnanılmaz yavaşlar. Nakit sıkıntısı var, kartla ödeme yapmak zorundasın ve post cihazları çok yavaş. Sistem de hızlı olmalarına izin vermiyor ama daha çok sorun kültürel yavaşlık.

Üçü resmi tam dört çeşit para bozdurma kuru var. Resmi kurları Venezuela Hükümeti temel sağlık ve gıda malzemelerinin ithalatında ve vatandaşlarının yurt dışında yapacakları harcamaları için onlara destek sağlamak amacıyla kullanıyor. Karaborsada 1 dolar 3300 bolivar. 2 resmi kur var. Birinde 1$ 10 Bolivar, digerinde ise 670 bolivar. Hal böyle olunca da bu durumu istismar eden ve bu yolla sadece remi kurdan bolivarını dolara çevirip, sonra da karaborsada bozdurarak katlayan , kısa yoldan köşeyi dönen çok kişi var. Suistimale açık bir sistem. Sistem diyemem aslında. Kafam almıyor gerçekten. Sanki sadece karışıklık çıkarmak için ortaya atılmış, ama bu karmaşayla koca bir ülke yönetiliyor. Bu kadar büyük sistem açığıyla da kimin kimden ne çaldığı, ne aldığı belli değil.

Bachakerolar da bu sistemsizlikten doğan ara elemanlar. Bulamadığınız bir ürünü onların aracılığıyla 100 bolivar iken 30000 bolivara alıyorsunuz. Örneğin bebek bezi paketinin üzerinde kaç bolivar olduğunu görüyoruz. 1000 bolivar kadar. Ama daha dün 1 paket beze 35000 bolivar vermek zorunda kaldık. Piyasada yok çünkü. 

Üretim neredeyse yok. Bu yüzden sosyalizmin çok iyi kavranamadığını düşünüyorum. Dışa bağımlılar.

Deste deste para taşıyamayacak olman sebebiyle, her yerde kartla ödeme yapmak zorunda kalman. Park ücretini bile...Yani yine bekliyoruz, yine bekliyoruz...

Aşırı pahalılık. Enflasyon rakamları çok yüksek. Kalite ile verdiğin para örtüşmüyor.

Asgari ücret yeni zamla 48000 + gıda yardımı ile 105000 bolivar. Emekliler ise gıda yardımı almıyor. Sadece 40000 bolivarla geçiniyor.

1 ekmek 500 bolivar. 1 kg et 6000 bolivar. 1 haftalık market alışverişi minimum 60000 bolivar. Orta halli bir restoranda 2 kişilik yemek 50000-10000 arasında değişiyor.

Bozuk yollar: Uzun süre zarar görmüş yol nasılsa öyle kalır, arabalar o çukurun içine düşebilir, en sonunda birisi oraya bir saksı koyar. Ya da çöp kovası. Bunun aniden karşına çıkabilme ihtimali de oldukça heyecan verici. Burada yaşarken her günümüz böyle. Adrenalin maksimumda.

Her yağmurdan sonra patlayan borular, suyla dolup taşan yollar ama buna tezat evlerde günlerce su kesintisi yaşanması.

Güvenlik sebebiyle kimsenin olmadığı sokaklara giremezsin, akşam saat 21.00'den sonra sokaklara çıkamazsın. Yine güvenlik sebebiyle dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolaşamazsın, takı takmamalısın. Fotoğraf da çekemezsin. Alıp kaçarlar anlamazsın bile.

Kimse kimseye güvenmiyor. Komşusunun girme ihtimaline karşı, tüm pencereler en üst katta dahi demir parmaklıklı. Bizim yaşadığımız sitede bile hırsızlık oldu. Üstelik herkes sitede yaşayan birilerinden şüpheleniyor.  Bizim sitede bile diyorum, çünkü güvenlik önlemleri alınan, korunan bir site. Garajdaki arabalara girildi yakın zamanda. Güvenlik görevlileri, bahçıvan ve evlere tadilata gelen işçiler de zan altında. Bu yüzden sürekli bir eleman değişimi var.

Kapıyı açarken kırk kez delikten bakarsın burada. Çünkü yakasına CanTV amblemini yapıştırıp, internet arızası var, tamire geldim diyerek evleri soyan kişilere rastlamak mümkün. 

Turizm konusunda tam bir hayal kırıklığı bu ülke benim için. Harika bir iklim ve harika bir doğa olmasına rağmen, Caracas'a yarım saat mesafedeki La Guaira, Vargas inşaat mezarlığı. Deniz, sahil kirli. Sahile bile inşaat dikebilmişler, hatta gökdelenimsi yapılarda yaşıyorlar denize karşı ve orada benim yazlığım var diyebiliyorlar. İki saat mesafedeki Tucacas da öyle aman aman süper değildi. Los Roques fena değildi ama daha iyi olabilirdi.

46 litre benzin zamdan önce 3.27 bolivardı.
 Şimdi ise bunun 6 katı. Ama yine de ucuz.
Hatta bize göre bedava
Ucuz benzin güzel...de güvenlikten kaynaklı gezemedikten sonra ne anlamı var. Gittiğin yerler hep aynı. Bir de ucuz olunca hatta bedava diyebiliriz, aşırı araç kullanımı var. Egzos gazı salınımı yüksek boyutlarda.

Motorcular çok tehlikeli. Trafikte giderken nereden çıkacakları belli olmuyor. Hiçbir kural tanımıyorlar.

Kıtlık. Temel gıda malzemelerine ulaşım sıkıntılı.

Ulaşsan da kalitesi çok düşük.

Güvensizlik hissi. Bir süre sonra paranoyaklaşıyorsun. Her an bir yerden birisi gelecek, çıkıverecek ve seni gasp edecek zannediyorsun. Örneğin bir gece nispeten güvenli Mirador'da yani manzara tepesindeyız. Oğlum oynuyor, uyusun diye koşturuyoruz onu. Birisi yaklaşıyor bana, farkındayım ama bakmaya korkuyorum yüzüne, dediklerini duymazdan geliyorum. Niyeyse, korktum aslında ve taş kesildim diyelim. Adamın onuncu tekrarında bir tane sigara istediğini anladım ve mahçup oldum tabi. Meğer karşı sitenin güvenlik görevlisiymiş. Dilim döndüğünce anlattım ve özür diledim.

Sürekli yiyecekten konuşuluyor olması çok can sıkıcı. Nereye ne gelmiş, ne kadarmış?

İngilizce bilen insan bulmakta zorlanıyorsun. Bulunca da yapışıyorsun. Onlar da benimle pratik yaptıkları için ispanyolcayı tam öğrenemedim zaten.

Tekstil ürünleri çok kalitesiz.

Kalitesiz deterjanlar, temizlik malzemeleri. Kir çıkarmıyorlar. Gerçi su da kirli olduğu için deterjanlar pek etkili olamıyor. Beyazlar mosmor çıkıyor.

Su bildiğiniz pis akıyor. Alt yapı yetersiz, borular eski, paslı. Lağım olmadığını bana kimse kanıtlayamaz. 

Sular çok sık kesiliyor. Belediyeyle apartmanlara su satan tanker sahipleri arasındaki mafyatik bağlantının da buna sebep olduğu, son söylentiler arasında. 

Araçlara yedek parça bulamıyorsun.Tanıdığım çoğu insan yolda kalma korkusuyla pek dışarı çıkmıyor, uzun yola gitmiyor. Arabaya bir şey olduğunda da tamir çok masraflı olacağı için servise götüremiyor. Bu yüzden trafikte kırık dökük, koli bandıyla, kartonla tamir edilmeye çalışılmış arabalar var. 

Polis ve askerlere güven duyulmuyor. Rüşvet ve ispiyon sebebiyle...


Irkçılık. Siyahi kişilere farklı davranılıyor. Eve gelen yardımcımıza plastik bardakla, bana da porselen bardakla kahve vermişti bir kafeterya.

Kolombiyalılara farklı muamele gösterilmesi. Zamanında Kolombiya kötü durumdaymış, buraya çalışmak için gelen çok olmuş. Şimdi de kendilerine bile yiyecek kalmadığı için gitmelerini istiyorlar. Onlar da gidiyor zaten.

Güvenlik sebebiyle AVM'lerde vakit geçirmek zorunda kalışımız. Ki ben kapalı yerlerden ve uzun süren alışverişlerden nefret ederim.

Süpermarketlere yiyecek gelmiş mi diye sürekli kontrol etmek zorunda kalmamız.

Kutlamalarda havai fişek çılgınlığı, aşırı gürültü.

Hafta sonları yüksek seli, müzikli ev partisi çılgınlığı.

Tatile bayılıyorlar. Zırt pırt tatil ilan ediliyor. Zaten elektrik tasarrufu sebebiyle mesai saatleri az.

Noelde 1 ay boyunca her yer kapalı. Sokaklarda in, cin top oynuyor.

Aç insanlar, sokaklarda mango ağaçlarından meyve düşürmeye çalışan insanlar, çöp karıştıran aileler.

Genç anneler. Doğum kontrolü yok. Kadınlar çok erken anne olabiliyorlar. Kürtajı dinen kabul etmiyorlar.

Yalnız anneler. Adamlarına hiç güven olmuyor buranın. Neredeyse her 3 kadından ikisi yalnız anne.

Beyaz giyinen mezhep.(Sanitero) Ayakkabısından çantasına kadar her şey beyaz olmak zorunda. Trafik durduğunda kutulara kiliseleri için para topluyorlar.

Çok hızlı konuşuyorlar. Bazen anlamam imkansızlaşıyor.

Herkes yurt dışına kaçacak fırsat kolluyor.

Plastik sıkıntısı sebebiyle kredi kartı basımı için bile 3 ay bekleyebilirsiniz.

Hastanelere kan alımından sonra yapıştırılması için kendi yara bandını götürüyorsun.

Karakas dışında bu tablo çok daha vahim. Haftanın en az 3 günü elektrik yok, 5 gün su yok. Hatta devlet dairesinde işin varsa kendi mürekkebini, kağıdını, kalemini götürüyorsun.

Her gün bir ölüm ya da gasp haberi alınması. Tuhaf ve korkutucu bir hikaye duyabiliyorsun. 10 günlük morga gelen cinayet vakası 130. Kayıtsızlarla birlikte en az 200. Son zamanlarda bunun artmasının sebebiyse, askerin içindeki yeni bir resmi yapılanma. Sözde çetelere karşı savaşıyorlar ama arada bir sürü masum gencin de gittiği söyleniyor.

Arabalar eski, evdeki ev eşyaları eski. Sanki 1950'lerdeymişiz gibi. Arabaların yedek parçaları bulunamıyor, elektronik eşyaların da. Zaten tamir edecek kalifiye eleman da yok.

Barriolar ve barriolardaki inanılmaz hayatlar.(Varoşlar)

Chavistaların ultra zengin oluşları, eğlence düşkünlüğü. Bu beni en çok hayal kırıklığına uğratan madde. Yarı çıplak kadın ve erkekleri kiralayıp dans ediyorlar. Üstelik çoluk çocuğun önünde. Nereden mi biliyorum? Bizzat bir tanesine denk geldim.

Zengin ve fakir arasındaki uçurum.

Chavez'in aslında benim bildiğim Chavez olmayışı. Hayal kırıklığım kocaman. Venezuela devrimi tam bir balon. Ama dünyada farklı tanıtmışlar kendilerini. Bu yüzden herkes alkış tutmuş onlara. Halkı bölmek adına söylenenler akıl almaz boyutta. Örneğin; onun arabası klimalıysa o zengindir ve eğer onun parasını alırsan bu suç değildir.

Chavez kendisine yapılan sözde darbe girişimi sonrasında halkı, daha doğrusu suç potansiyeli olanları kendisini korumaları için silahlandırmış. En ağır silahlarla hem de. Bu yüzden Karakas dünyanın en tehlikeli kenti şu anda. Cinayet oranı çok yüksek.

Devlet dairesinde çalışabiliyor olmak için Chavezin partisine üye olman yani Chavista olman gerek.
Devletin verdiği evlerde oturabilmen için de bu şart. Bu evleri de dayali döşeli bedavadan vermiş zamanında. Onları kendine mecbur bırakmış. 

Diş teli, estetik konusuna takmış durumdalar. Her 5 kişiden 4ünde diş teli var, kel insan yok. Diş teli furyasını ben de denedim. Herkeste görünce çok iyiler zannettim ama o da bir hayal kırıklığı. Slikonsuz göğüsler yok gibi.

İnternet yavaşlığı, sık sık arızalanması.

Hijyen sıkıntısı.

Umumi tuvaleti olmayan tek ülke burasıdır herhalde. AVMlerdekiler de çok pis. Yiyecek almak için uzun kuyruklarda bekliyorlar ve tuvalet yok. O kuyrukların yanından geçerken idrar kokusundan rahatsızlık duyabilirsiniz.

Dışarıda en iyi yerler dahi tuvalet kağıdı ve sabun sıkıntısında.

Soğuk iç mekanlar. Klimalı AVMler, süpermarketler, restoranlar. Bildiğin üşüyorum. Ama onlar üşümüyor. Yeni doğanlar bile tek kıyafetle dolaştırılıyor.

Küçük kız çocuklarına birer kadın gibi davranmayı öğretiyor çoğu aile. Makyaj, kıyafet, saç, baş.

Güzellik kraliçesi yetiştirmek için güzellik okulları var.

Makyaja çok düşkün estetikli zengin kadınlar.

Dış görünüşe çok önem veriyorlar.

Kadınlar yaşlarını gizliyorlar. Sorulmasından da hiç hoşlanmıyorlar.

Her şey tek tip. Seçme şansın yok. Kalite aramak saçma.

Her şey çok pahalı olduğu için abur cubur yemek zorunda kalmaları.

Sivrisineği çok rahatsız edici. Kıyafet üstünden bile ısırıyor. Kaşımazsan hart hurt delirebilirsin. Kaşıyınca da yaraya dönüşüyor. 

Trafik cezası yok. Hatta içki içince daha iyi araba kullanılabildiğine dair yazılar da çıkmış gazetelerde. Bu sebeple hafta sonları gece trafikte dikkat etmeniz gerekebilir.

Evet ürkütücü çok şey var. İçiniz açılsın istiyorsanız sizi bu yazıya alalım. Her yerin kendine ait avantaj ve dezavantajları var işte. Allahtan hava güzel. Bir de odundu kömürdü ugrasamazlardı. Ülke daha da felakete sürüklenmiş olurdu.

Tüm bunları yazarken “Oh! İyi ki gidiyorum da diyemiyorum. Kolay değil iki sene kaldık burada ve insanoğlu bir tuhaf, böyle bir yaşam şekline bile alışabiliyorsun. Daha doğrusu hayatına devam edebilmek için dönüşüm geçiriyorsun. Tabi biz yabancı olduğumuz için onlar kadar kıtlık çekmedik. Öyle ya da böyle bir şekilde bulmaya çalıştık. 

Tabi ki sevdiğim ve aklımın kalacağı insanlar da bu hislerime sebep. Her şeye rağmen, burayı ve buradaki insanları seviyorum. Umarım en kısa zamanda bu zor dönemi atlatırlar. Yoksa burada yaşamak gerçekten çok zor.









2 Şubat 2017 Perşembe

HİÇ Mİ İYİ BİR ŞEY YOK?

Venezuela ile ilgili öyle yazılar yazdım ki, benim dahi içim karardı ve oturdum bilgisayarın başına, iyi yönlerini bulmaya çalıştım. Biraz zor oldu tabi.

***Tüm bekleme ile geçen hayatlarına rağmen sakinler, sabırlılar. Trafik feci aslında. Ne hatalar, ne kazalar oluyor ama kimse kavga etmiyor, zırt pırt korna çalan birileri yok.

***İnsanların mimiklerini, gövdelerini, el ve kollarını kullanarak tutkulu bir şekilde konuşmaları çok hoşuma gidiyor. Bizi buralara sürükleyen Ispanyolcaydı. Tam olarak öğrenemesek de olsun, hala çok seviyorum. Kim bilir belki diğer ülkede İspanyolca kursuna giderim. Komik olur, evet. Burada yapamadım, orada bulurum bir yolunu.

***Aksanlarına bayılıyorum. "Mas o menos"u "mah o menoh" okumaları, "este"yi "ehte", bir de ingilizcedeki "well"kelimesi yerine "entonces"kelimesini uzatarak kullanmaları hoşuma gidiyor. Dil çok melodik gerçekten. 

***Venezuelalılar ilk başta biraz utangaç ve çekingenler. Alıştıkça ısınıyorlar ve çok sıcakkanlı insanlar. Herkes selamlaşıyor. Hal hatır soruyor.

***Çocukları çok seviyorlar. Avrupalılar gibi yanağa dokunarak ya da karşıdan değil. Bizim gibi seviyorlar.


***İklime diyecek hiçbir lafım yok. Harika, harika, harika.... 365 gün güneş, ara ara yağan yağmurlar, ılık rüzgarlar. Çok özleyeceğim çok.

***Bu iklim sayesinde hafif kıyafetlerle yaşamak da çok keyifli. Tam benlik. Neredeyse bir şort, bir pantolon ve tişörtle geçirdim iki seneyi.


***Doğası inanılmaz güzellikte. Muhteşem yapıdaki ağaçlar, çiçekler. Tarzanın sallandığı ağaçların uydurma olmadığını da burada anlamış oldum. Sanki ağacın her yerinden ipler sallamış birisi aşağıya, atlasan sallanacaksın Jane gibi. Öyle heybetli ağaçlar var ki, öyle ulu, bakarak dallarına, çiçeklerine, yapraklarına bir ömür geçirebilirsin. Terapiye falan ihtiyaç yok. Belki sakinliklerini bu doğaya borçlulardır.

***Doğa bu kadar harika olur da hayvanları muhteşem olmaz mı? Bildiğin vahşi doğa. Rengarenk kelebekler, sinek kuşları, rengarenk adını bilemediğim, muhteşem güzellikte kuşlar ve onların huzur veren sesleri.

***İklim sıcak ama Venezuela'lılar en ufak bir hava değişikliğinde(Bir iki derece düşüşten bahsediyorum) hava çok soğuk, üşüdüm diyerek ceketlere sarılıyorlar. Tuhaf belki ama ben çok şirin buluyorum bu davranışları. Sıcağa çok alıştıkları için de hemen hasta oluveriyorlar.

***Soğuk özlemi var. Örgü bere, diz altına kadar bot, bazen boğazlı kazak ve deri ceket giyenler görebiliyorum. Yine bana çok şirin gelen davranışlarından biri. 

***Kadınlarının, ekonomik durumu ne olursa olsun, bakımlı oluşları, kıyafetlerine dikkat etmeleri (fazla dış görünüşe önem vermeleri de bazen sıkıntı) ,kendinden emin yürüyüşleri görülmeye değer. Şöyle bir kafanızı çevirip bakıyorsunuz. Güzellik kraliçesi çıkaracak kadar çok güzel gördüm mü, hayır. Ama estetik harikası kadınlar gördüm evet bunu da buraya not düşeyim.

***Gerçekten spor yapıyorlar. Burada, güvenlik sıkıntısına rağmen bisiklete binen, yürüyüş yapan, koşan, mahalle aralarındaki spor amaçlı parklarda bilinçli spor yapanları görebilirsiniz.

***Benzin ucuz değil, bedava. 1Litresi 6 bolivar. 1Dolar da 3000 bolivar. Hesaplamasını size bırakıyorum. Gezebilsek bir de harika olacaktı tabi.

***Kadınlı erkekli futbol dahil, birlikte spor yapmayı sevdikleri için Venezuellalıları ayakta alkışlıyorum. 

***Tequennnosu güzel. Bizdeki sigara böreğinin daha hamurlu hali, ortasında mozarella peynir dolgusu var.

***Churroya bayılıyorum. Tulumba tatlısının ince uzununu düşünün. Bi de onu şekere buladıklarını. Üzerine de çikolata sosu. Nefis!

***Arepayı sevmeye başladım. Sadece mısır unu, su ve tuzdan yapılıyor. Minik yassı ekmekler. Arasını açıyorsun. Sıcak sıcak, göm içine peyniri, avokadoyu, istediğin sostan da dök üstüne. Off!

***Ponche crema denen çoğuna göre ağır gelebilecek bir içkisi var. Ben sevmiştim. Santa Teresa markasının kaliteli ponche kreması var ama siz isterseniz evde de yapabilirsiniz. Süt, yumurta, ve romdan yapılıyor. Tarifini şuraya bırakıyorum.
 https://www.youtube.com/watch?v=KQGswFQVbuc

***Cafe con lechesinde bahsetmemek ayıp olur. Süt kıtlığına rağmen, hala güzel yapan kafeler var. Zaten Venezuela eskiden çok iyi bir kahve üreticisiymiş. Bu yüzden kahveden iyi anlıyorlar.

***Meyveleri muazzam. Her gün 1 avokado yiyebilirim. Ananası, muzu, platano denen olgunlaşmamış muzu, nisperosu, papayası (burada lechosa deniyor), adını hatırlayamadığım değişik meyveleri(ithal de olsa çoğu) leziz. Nisperodan özellikle bahsetmeli. Kabak tatlısının meyvesini yapmışlar sanki, bir de kabuğunu soydun mu eşit parçalara bölünüyor. Etkileyici...

***Eskiden tatlı ve dondurmalarıyla ünlüymüş. Karakas merkezde hala çok iyi dondurma yapan, çeşidi bol yerler var. Süt tozu ile yaptıklarına eminim. Süt,un ve şeker sıkıntısı sebebiyle çok da özel tatlılar yemedim. Ama olanlar güzel mi güzel.



***Los Roques ve Canaima, buradayken görülmeye değer. Ben Los Roques'e gidebildim. Unesco tarafından koruma altına alınmış, bir kaç küçük adacıktan oluşuyor. Ulaşımı zor ama gidip görmeye değer. Canaima ise sivrisineklerden ötürü çocukla riskliydi, gidemedim. Amazonlara doğru, dünyaca ünlü Angel şelaleleri ve Roraima dağı da Canaima bölgesinde.
Los Roques hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayınız.
https://www.youtube.com/watch?v=MeT0txRfdug
Canaima için ise buraya. https://www.youtube.com/watch?v=XDwpfIZOLtI


***Alışveriş merkezlerinde çocuklara özel berberler var. Oyuncağı bol, güler yüzlü, neşeli insanlar çalışıyor. Çizgi film izletiyorlar ağlamasınlar diye.

***Ülkeye zor sokulan yeni model arabalar sebebiyle ve alım gücünün düşüklüğü sebebiyle eski model araba çok trafikte. Özellikle otobüsleri. Bazen eski zamanlarda yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyorum. Ama bir Küba değil tabi ki. Hepsi bakımsız.

***Çocukları gerçekten mutlu. Çünkü hava muhteşem. Her gün dışarı çıkabiliyorlar. Her gün oyun oynayabiliyorlar.

***Filmleri de güzel. Burayı daha iyi tanımak için bir kaç film önerisi de verebilirim:
Hermanos
Desde Alla
Pelo Malo
El Manzano Azul
Oriana
Araya
Azul y Tan Rosa
Piedra, Papel y Tijera
El Regreso
Reveron


Gördünüz mü? O kadar da olumsuz değilim. İstediğim zaman nasıl da güzel taraflarını yazabiliyorum. 

Geçenlerde yurttaşımızın biri uğradı Karakas'a. İnternetten Venezuela'ya yerleşmeniz için 10 neden isimli bir makaleyi okumuş da gelmiş. Aynı gün soyup soğana çevirdiler. Siz siz olun benim bu yazdıklarıma kanıp da buralara gelip, yerleşmeye kalkmayın. Bu yazıma ve bu yazıma da bir göz atın.
İyi okumalar...









2 Ocak 2017 Pazartesi

MÜKEMMEL BİR ANNE DEĞİLİM



Geçenlerde bir arkadaşımın instagram fotosunu gördüm, yumurta kolisiydi paylaştığı. Siparişinin, bizzat bildiği bir çiftlikten eve ne kadar hızlı bir şekilde geldiğinden bahsediyordu. Türkiye'nin en en en organik yumurtalarını çocuğuna yedirebildiği için çok mutluydu.

Basit bir foto paylaşımı ile düşüncelere daldım. Burada oğluma yedirdiklerimi sorgulama gibi bir şansım yok. Sosyalizm stili, her şey tek tip. 

Ben de ne kadar çok şey biliyordum(!), oğlumu en iyi şekilde besleyebilecek yerleri de biliyordum ülkemde. O doğmadan başladım organik annelik(!) okumalarıma. Eşimin ve benim ailelerimiz de köy kökenli, yani doğalın tadını da biliyorum. Ama Venezuela'da bildiğim hiçbir şeyi uygulayamadım. Beklentimin hep tam tersi oldu. Bilmemek en büyük mutluluk derler ya, doğru. Okudukça daha da derine gidiyorsun. Bildiklerini bir de gerçekleştiremedin mi, o his seni yiyor adeta...

Yumurtanın, sütün, yoğurdun, unun en organiğini yedirebilmeyi isterdim. Özellikle ilk 3 yaşın beslenme düzeninde ne kadar önemli yeri olduğunu söylüyor uzmanlar. “Ne yiyorsak oyuz”u kendimde uygulayamasam da, oğlumda uygulamak istedim. Ama ne mümkün!

Anne sütünü 17 ay aldı. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü anne sütünün faydaları saymakla bitmiyor. İki yaşına kadar emzirmek isterdim ama dayanamadım. Psikolojim buna izin vermedi de diyebilirim. Günde bir kez mama takviyesi aldı, o da keçi sütü bazlı mamaydı. Burada bulamayınca, her gelenden bir kutu istedik. Mama dönemini de 17 aylıkken bitirdik.

Süt alerjisi olduğu için yoğurt ya da süt takviyesi yapamadım. İnek sütü hakkındaki iddialar sebebiyle de buna çok üzülmedim. Keçi sütü bulmak imkansızdı Karakas'ta. İnsanların normal sütü bile bulamadığı bir yerde, uzun bir süre keçi sütü lazım diye sızlandım etrafıma. İspanyolcası olan bir arkadaşım, farklı bir kentten bir seferliğine 5lt getirtti sağolsun. Ama havanın sıcaklığı sebebiyle Karakas'a bozulmadan getirtmek imkansızdı. Bir daha da bulamadık zaten.

Bufalo yoğurdu olarak satılan kutu yoğurtlar da süt tozundan yapılıyordu. İçine de ekstradan laktoz katılıyordu. Hayatımda ilk kez dehidrate edilmiş sütü burada gördüm. Başka bir çareleri olmayınca, Venezuellılara sorsanız yedikleri çok sağlıklı.
Bufalo yoğurdu ile UHT süt mayalamaya çalıştım, olmadı. Burada hiçbir şey saf değil. Her şeyin içine ekstradan folik asit, demir, vitamin ve laktoz ekleniyor. Uzun bir süre direndim, en sonunda en azından kendimize süt tozundan yoğurt mayalamaya başladım. Oğlumun yoğurtsuz kalışı benim için üzücüydü, hele kefirsiz kalışı... Tüm bunlara rağmen vücut direnci yüksek bir çocuk olduğu için, hastalıksız atlattık bu dönemi de.

Meyvelerine diyecek hiçbir sözüm yok. Ananas, muz, avokado, leçosa(papaya), nispero gibi meyvelerden bolca tükettiği için şanslı. Tatlı patatesi de eklemem lazım. Öğünlerinden hiç eksilmedi. Bunları da Türkiye'de bu bollukta bulmak zor. 
Chia tohumu ve kinoa da buldum burada. Eşim diyor ki sanki biz bunlarla büyüdük. Büyümedik tabi ama hepsi sağlıklı besinler, bulsaydık ailemiz yedirirdi herhalde. 

Büyük firmaların latin ırkı üzerindeki planlarına dair efsaneler dolaşır internette, hiç denk geldiniz mi bilmiyorum. Ben de okuduğumda “Daha neler!” demiştim fakat burada geçirdiğim iki yılda “Acaba mı? diye sorguladım. Çevremdekiler, son zamanlarda kısırlığın artışına vurgu yapıyorlar. Yediklerinin sağlıklarını olumsuz yönde etkilediğini farkındalar ama yemek zorundayız yoksa aç kalırız diyorlar.

Sebzeler ve diğer gıda malzemeleri Rusya'dan, Çin'den ve komşu Latin Amerika ülkelerinden geliyor. Rusya'nın ülkesine giren her şeyi ne kadar büyük bir titizlikle incelediğini bilirsiniz. Hormonluysa, tarım ilacı kalıntısı varsa kapıdan giremezler. Tahminimce, bu giremeyen, satılamayan, elde kalan ne varsa sanki burası dünyanın çöplüğüymüş gibi buraya gönderiliyor. Çünkü dış borcu çok fazla ve en iyisini alacak parası yok devletin. Merdiven altında imal edilen ne varsa burada.

İnternette dolaşan bir haber var, Venezuela'da GDO yok, tohumların girişi yasak diye. Külliyen yalan. Monsanto firmasının ilk pazarı Arjantin ve Brezilya. Yani oradaki ürünlerin hepsi de burada olduğuna göre, burası GDO'nun ana vatanı gibi. Salatalık ve patlıcanlardan bunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Çekirdekleri dile gelip konuşacak gibi duruyorlar.

Niçin kendi ülkelerinde yetiştirilmiyor? Bu soruyu ben de hep soruyorum ama cevabı yok. Harika bir iklim, bol yağışlı hava.... Yapmıyorlar işte... Ülkede üretim yok denecek kadar az. Gelen ürünlerin paketlenmesi yapılıyor sadece Venezuela'da. O kadar.

Mısırın genetiği değiştirilmiş bir ürün olduğunu hepiniz gibi biliyorum. İlk bir sene mısır unu dahil kullanmadım. Soya yağını eve bir şekilde girmiş olanları bile elden çıkardım, sağa sola verdim. Kapış kapış gittiler, çünkü burada yağ ve un bulmak zor. Nasıl olduysa birer şişe ya da paket kalmış, son altı aydır beyaz un ve yağ bulamayınca kullanmak zorunda kaldım.

Şekere bu kadar düşkün bir başka millet var mıdır bilmiyorum. Bir restorana gittiğinizde garsonların sorduğu ilk şey ne içeceğiniz. Kavun, karpuz, şeftali, çilek, leçosa, portakal, ananas suyumuz var derler. Burada yaşamanın en sevdiğim nadir kısımlarından birisi bu meyve suları. İçine katılan suyun hijyeninden şüphem olsa da bolca içtik. Ama bu doğal meyve sularına bile şeker koyarlar(dı).

Şeker kıtlığı tavan yapınca, her şey şekersizdi dışarıda. Bulabildiğiniz şekerler de aşırı kalitesiz ve eski tarihli. Şeker zararlı, biliyoruz. Ama olmayınca beyin onu istiyor. Pudra şekeriyle idare ettik bir ara. Şeker kamışından yapılma kahverengi, sözde sağlıklı, fiyatı da nispeten daha uygun olanlarla kek yaptım. Sağlıklı olsa fiyatı niye daha uygun olur değil mi? Satış aleminde fiyat yüksekse, o ürünün sağlıklı olma ihtimali artıyor. 
Dışarıdan ürün getiren bir market bulmuştuk, orada aliminyumsuz sodyum bikarbonat görünce çok üzülmüştüm. Aliminyumsuzu varsa niye diğerini pazarlıyorlar ki?

Mısır unundan yaptıkları arepaları evde de yapmaya başladım son aylarda. Çünkü un yok ve fırınlarda ekmek yok, bu sebeple de çoğu fırın kapanıyor. Mısır unu, , su ve tuz ile kahvaltılık küçük ekmekler hazırlıyorsun ve sıcakken aralayıp bolca peynir ve avokado dilimi koyabiliyorsun. Oğlum da bayıldı arepaya. 1 saatte yese de bir tanesini, karnı tok tutuyor.


Normal unlarıyla (bulursaniz tabi) kek yapınca kabarmıyor mesela. Hamur açamıyorsun. Çünkü kalitesi gerçekten düşük. İçinde ne olduğunu bilemiyorum.

Keçi peyniri bulduk diye çok sevinmiştik, içeriğini bir okuduk, ekstradan laktozlar, asit düzenleyiciler, koruyucular. Ah diyorum ah, evde labne, kefir, yoğurt hazırlamak vardı oğluma....

Komşum diyor ki, “Zamanında burada İtalyanlar, İspanyollar ve Portekizliler yaşardı. Ama ülkeyi terk ettiler. Onlar ayakkabının en iyisini yaparlardı. Kıyafetlerin en kalitelisini. Peynirlerin en lezizini. Şu anda yediğimizde hiç tat yok, sırtımıza giydiğimiz de kaliteli değil. Üstelik ateş pahasına. Bu yüzden ne bir şey yiyesim var, ne de yeni bir kıyafet alasım.”

Uzun lafın kısası şu ki, üzgünüm oğlum. 

GDOsuz ürünlerden ve her şeyin en kalitelisinden yedirmeyi isterdim.
Keçi sütünü her gün içmeni isterdim.
Ama yok.

Anneanne, babaanne kurabiyeleriyle, börekleriyle tanışmanı isterdim. Yakın aileden uzakta seni büyüttüğümüz için üzgünüm.

Burada hayatımıza giren sevdiğimiz kim varsa, yakında yanımızda olamayacak. Nereye gidersek gidelim bu böyle. Umarım bununla başa çıkacak şekilde güçlü yetistirebiliriz seni. 

Kıyafeti çok önemsemiyorum. Tropikal iklimde çok fazla bir eksikliğini hissetmedim az kıyafetin.
Ama sana alerji yapmayan, en kaliteli bezlerden bulamadık bazen. 

Sivrisinekler ne yaparsam yapayım seni ısırdılar. Gece boyunca kaşı diye yalvardın, kabuk bağladı yaralar, çünkü sen de her çocuk gibi onları tırnakladın. Vücüdunda onların izi kalmaz umarım. 

Seni pis, tortulu, kokulu, paslı sularla yıkamak zorunda kaldığım için üzgünüm.
Bulaşıkları da bu sularla yıkayarak, sanki temizleniyorlarmış gibi babanı ve seni, en başta kendimi kandırdığım için üzgünüm.

Su sıkıntısı, bulamadığımız gıda malzemeleri, uykusuzluk, yalnızlık, derin düşünceler derken, sinirli bir anne olduğum için çok ama çok üzgünüm.

Gıda çok önemli evet, ama ilk iki yaş anne ile çocuğun arasındaki ilişkinin temeli. Psikolojin daha önemli. Buna zarar verdiysem üzgünüm.
Sana fiziksel olarak hiçbir şiddet uygulamadım tabi ki, ama psikolojik olarak kendim zorlandığım kadar, seni de zorladım üzgünüm.
Yemek yemek istemediğinde, sabırsız davranıp sesimi yükselttim.
Uykuya direndiğin için ağladım, kızdım sana biraz da, niye gözlerini kapatmadın diye. 

Çok şükür ki çok sağlıklıydın. Ama hastane yoktu doğru düzgün, ilaç yoktu. Adamakıllı doktor yoktu. Sana bir şey olacak diye çok korktum üzgünüm. 

Güvenlik sıkıntısı sebebiyle güzel havaya rağmen seni çok fazla parklarda, sokaklarda gezdiremedik. Sana fazla korumacı davrandım tedirginliğim sebebiyle, üzgünüm. 

Sen bizim senelerce beklediğimiz biriciğimiz, tek oğlumuz, gözbebeğimizsin. Sana daha iyi bir hayat sunmayı isterdim. Elimizden gelen buydu. Üzgünüm.

Belki daha iysini yapmalıydım. Seninle 2 yaş sendromunu bildiğim halde inatlaştım bazen, üzgünüm. Daha iyi olamadım.

Daha çok oynamalıydım, belki de sana kendini bize yük gibi hissettirdim üzgünüm.

Suçlayacak kimse yok. Sebebi benim. Her türlü olumsuz koşula rağmen sükunetimi koruyamadım bazen. Toleransım çok azdı herşeye. Üzgünüm.

Kafam o kadar doluydu ki, o kadar çok endişeliydim ki şimdiden, gelecekten.... Senin çocuksu hallerinle an'a dönebiliyordum, huzur bulduğum tek yer o anlardı. 

Kendime bu kadar çok yüklenebilecek kadar sinirlerim bozuldu burada.

Mükemmel değilim, hiçbir zaman da olmadım. Olmaya çalıştığım için üzgünüm.

Bazen şunu bile düşündüm. İtiraf ediyorum ki, annelik herkesin anlattığı kadar da güzel gelmedi bana. Bunun sebebi sen değildin tabi ki. 

Sanal alemde paylaşılan her güzel cicili bicili aile fotosunun arkasında da benim yaşadıklarımı deneyimliyor her aile, biliyorum. Bunları yaşayan tek ben değilim.
Bizim kültürümüzde sosyal bir gerekliliktir evlenmek, çocuk yapmak, sonra ikincisi, belki üçüncüsü. Her kadın, bu yaşanılan zor sürecin normal olduğu fikriyle büyütülür. Kimse "Annelik çok zormuş be!" bile diyemez. Ayıplanır. Bana da buradan laf sokan çok olur eminim. Ama hislerimi anlatmak niye kötü olsun ki? Seni çok istememize rağmen buradaki şartlar yüzünden büyütürken zorlandık. Aileden yakın birisine vereyim de biz de sinemaya gidelim ya da uyuyayım diyemedik. Yedi yirmidört rutinimiz aynıydı. Kaçışlar yapamadık ruh sağlığımızı sağaltan. Aile ne kadar da önemliymiş! Kalabalık bir ortamda, daha çok oyunla büyütemedik. Her yük bizdeydi ve bazen taşıyamadık üzgünüm.

2017'nin ikinci gününde yazıyorum bunları. Buradan gitmemize 20 gün var. Yeni bir yıl, yeni bir sayfa... Sana ve kendime söz veriyorum:

Seninle daha çok oynayacağım,
Daha sakin olacağım,
Daha çok okuyacağım,
Daha çok yazacağım,
Daha çok yoga yapacağım,
Daha çok kendimi mutlu edeceğim,
Zamanımı daha iyi yöneteceğim.

Çünkü yeni ülkede hayatımız daha NORMAL olacak. Endişelerimiz azalınca, eminim herşey daha iyi olacak.
Belki bir gün bu yazdıklarımı okursun.
Seni çok sevdiğimizden hiç şüphen olmasın.


Not: Bu not kısmını yazıyı yayınladığımdan bir gün sonra ekliyorum. Annem okuyunca kendime bu kadar yüklenmeme çok üzülmüş. Biliyorum, çok yükleniyorum. Burada yaşadığım her şey benim elimde olmayan, kontrol edemediğim şeyler. 
Yaşadığımız dünyada öyle kötü şeyler oluyor ki, bugün var, yarın yokuz.Niye kendimi bu kadar hırpalıyorum ki? 
İnsanlık çok daha ağır acılar yaşıyor. Hepsinin hassasiyetini duyumsuyorum maalesef. Hem de çok fazla. Öyle şeyler oluyor ki, insan kendi acısını yaşamaktan utanır oldu. Bunları anlatırken bile diyorum ki git işine, millet can korkusu yaşıyor, sen ne derdindesin. 
O yüzden, önce ilk başta kendimden özür diliyorum. Bazen algılarımın çok fazla açık olması bana acı veriyor. Of çok dramatik oldu bu yazı. Yazarken sıkıldım. 
Kendime daha az zarar vermenin tek yolu, sanatla, kitapla, sporla iç içe huzurlu, daha özgür bir yaşam. Bunu bu ülkede sağlayamadım. Kaçışlarım, nefes alışlarım olamadı. Yeni yaşam yerimizde her şeyin daha iyi olacağına inanıyorum, biliyorum. 
Daha iyi, enerjik yazılarda görüşmek üzere, sevgiler...









1 Aralık 2016 Perşembe

NASIL OLSA GİDECEĞİM

Kadın olarak, anne olarak yaşamak diye başlayacaktım söze, ama burada insan olarak yaşamanın zorluğu daha ağır bastı.

Evet yine şikayet edeceğim. Biliyorum bıktınız. Güzel bir şey yok son zamanlarda. Şikayet edeceğim son yazı bu olur umarım. Ben de şurayı gezdim, şurada bunu yedim içtim gibi şeyler yazmayı hasretle bekliyorum.

Evimizin manzarası
Dört gündür sular yok. Bu yüzden gerginim biraz. Hoş, ben artık hep gerginim burada. Hijyen yokluğu, beni deli ediyor. Depoladığımız su da kirli çünkü. Dibe çökenleri görmek istemiyorum, gözümü kapatıyorum artık. Suyu yavaş yavaş başka bir kaba alırsam, dibindekileri dökmeden başka bir amaç için kullanabiliyorum. Bu sabah banyo suyu kaynattık o kokulu, iğrenç sulardan. Kendimi acındırmak için falan yazmıyorum bunları. Durum bu. Kaynatıp kullanırsan sorun yok. Kokuyo ama olsun. Ama her zaman da geniş vaktin olmuyor. Amaaan diyorsun ve dökünüveriyorsun suyu. Sabunladım mı tertemiz oluveririm sanıyorsun. Türkiye'ye gittiğimde, banyoya gireceğim ve temiz su akan duşun altından saatlerce çıkmayacağım. Çok yağmur yağınca alt yapı yetersizliği sebebiyle borular patlıyor. Normalde bir günde tamir edilecek durum, dört gün oldu halledilemedi. Burada her şey böyle. 6 aydır garaj kapısı bozuk, tamir edilemiyor. Apartmanda lambalar patlamış. Lamba yok memlekette, alınamıyor.

Gel de sosyal devlet olgusunu sorgulama. Insanların birincil ihtiyaçları karşılanamıyor burada. Yemek mi, en kalitesizi, çoğu yok zaten, olanları da halk alamıyor. Su mu, su leş gibi, haftanın iki günü ya var ya yok. Bizim apartmana ait büyük su tankı olmasa, biz de haftada sadece iki gün su alabileceğiz. Bu hafta o da bitti, o yüzden susuz kaldık. Bazı bölgelere elektrik de verilmiyor. Hayat burada çok farklı, çok...
İşin ironik kısmı, şu anda bunları yazarken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ama evde su yok. Balkon olmadığı için de yağmur suyunu alamıyorum. Eğer bir gün daha uzarsa, aşağı inip, damacanaları koyacağım yağmurun altına. Belediyelerin yapamadığını ben kendim yapacağım.

Dün bir de evde temizlik vardı. Damacanadan dökme suyla bulaşık yıkadık, yemek yaptık, evi sildik. Burada her şey mış gibi. Su kirli, bulaşıkları o suyla yıkasan ne olur! Her kullanım öncesi içme suyuyla tekrar çalkalamak zorunda kalıyorum.

Kendimi Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki baş karakter gibi hissediyorum. Uzun bir sessizlik, sonra mutfak lavabosunda yürüyen karıncaların geliş sesleri... Lavaboda kalan kirli bulaşıkların istilasını izliyorum bazen. Su ha gelir, ha gelecek diye çeşme açık, borulardan gelen sesleri dinliyorum, kulağımı duvara dayayıp. Sular kesik olduğu dönemlerde sabah 6.00-6.30 arası, öğlen 12.30-13.00 arası, akşam 19.30-20.00 arası sadece onbeş dakikalığına veriliyor. Son dört gündür o da yok ama ben yine de dinliyorum suyun gelişini umut ederek. O ses çok küçük bir ses olmasına rağmen kafamın içinde gittikçe büyüyor.
Komşuların ana boruyu dinlemek için aşağıda toplanması geliyor aklıma. Halbuki vakit ne değerli! Niye parkta dolaşıp, güzel şeyler paylaşmak varken, yemek ya da su konuşmak zorundalar? Yaşlı başlı, iyi eğitimli insanlar, aşağıda borudan gelen sesleri değerlendiriyorlar: “Bugün su gelir, 1 saate gelir, yok gelmez.” “Yakındaki markete pirinç gelmiş, kimlik numaranın sonu ne? Sıraya gir yağ da var al.”

Eve gelen yardımcı teyzemi oğlu aradı geçen gün. Teyzem kahkaha patlattı.
Ne oldu Senyora?
Unicasa markete yağ gelmiş, pirinç gelmiş. İşini gücünü bırak koş annee! diye şaka yapıyor benim oğlan.”
Trajikomik. Çünkü annesi haftanın iki günü dükkan dükkan geziyor eve erzak alabilmek için. Muhtemelen tek konuştukları şey bu. Artık şakaya vuruyorlar.

İnsan en çok ne ister? Güvende olmak.
Burada kendini güvende hissediyor musun? Kocaman bir HAYIR.
Karnını doyurmak ister. Doyurabiliyor musun?
Kaliteyi aramayacaksan, açlıktan ölmezsin. Çöple doldurursun mideni. Arada güzel meyveleri var, onunla takviye edersin.

İstif kültürü adını verdim ben burada ihtiyaç temin etme durumuna. Malzeme sıkıntısı olduğunu biliyorsun. İşin gücün zaten market dolaşmak. Gördüğün anda da beş kilo alıyorsun. Bu sefer onlar bozulmasın diye tüketmek için hep yiyorsun. Arkadaşlarıma yaptığım yemeklerin fotoğraflarını gönderiyorum. “Orada kıtlık olduğuna emin misin;?”diyorlar. Normalde bu kadar çok tatlıyla uğraşmam. Un bozulmasın diye habire fırına atıyorum bir şeyler. Oyalanıyorum hem.
Niye alıyorsun? Alma.” diyeceksiniz. Bebek olunca almamazlık edemiyorsun. Ya biterse?

Mesela uzun bir süre tereyağı hiç gelmedi. Yok olan bir şeye daha çok ihtiyaç duyuyorsun. Normalde alışkanlığın olmasa da onu kullanmalıyım üzerine çalışıyor zihin. Komşumun zihni benden farklı. Almıyor. Yoksa almayacağım diyor. Bachakerolardan da (Marketlerden malzemeleri bire alıp ona satan aracılar) sistemi desteklememesi adına almıyor. Çünkü onlar marketlerden çok çok aldıkça, ihtiyacı olanlara yiyecek ulaşamıyor” diyorlar. Haklılar. Ama devlet onlardan haberdar. Uzun sıralarda da beklemiyorlar. Meyve yeriz, ne varsa onu yeriz diyerek karı koca eriyip gittiler. Fena mı olur ben de öyle yapsam, azıcık kilo versem. Yapamam. Bir de yemek yemezsem, iyice kafayı sıyırırım gibi geliyor.

Dünyanın en pahalı Nutellası burada satılıyor. Her şey dışarıdan ithal olunca normal tabi. Evde yapayım dedim, fındık yok. Eve temizliğe gelen teyzemiz kızının yanına gitti Kolombiya'ya. Dönüşte bize bir kavanoz Nutella getirmiş. Normalde Türkiye'deyken almıyordum ama bir tatlı geldi. Bitmesin diye gıdım gıdım yiyoruz.

Hindistan'da ya da Latin Amerika ülkelerinde insanların neden mutlu olduğuna dair bir fikrim var. Adamlar yoksul ama mutlu. Çünkü temel ihtiyaç malzemelerine ulaşmak zor. Olunca da çocuk gibi seviniyorsun. O sürprizmiş gibi geliyor insana.
Hayat çok sürprizlerle dolu, ay ne güzel bir hayatım var, bak yoktu pirincim, şimdi ulaştım, oh ne mutluyum.” havasında dolaşıyorsun. Ben daha bu kafaya gelemedim. Seviniyorum tabi bulunca ama onlarınki bir başka. Bildiğin karnı aç, kılık kıyafet pejmurde, ama sanki bir hap almış gibi mutlu şarkılar söyleyerek geziyor.

Uzun bir süre tam tahıl unu yoktu bu arada. İmport malzemeler satan bir dükkana gelmiş. Nasıl sevindim anlatamam. Alıverdim yarımşar kiloluk beş paket. Yüzümde salakça bir gülümsemeyle dolaştım reyonları zafer kazanmış bir komutan edasıyla... Yokluk yaratacaksın önce, sonra ulaşınca bak nasıl mutlu oluveriyorsun.

Eşim bizim burada olmadığımız ilk 8 ay, eve deli gibi istiflemiş herşeyi. Dolapların fotoğrafları vardı ama silmişim. Sanki evde bir dükkan var. Açsak açardık bir işletme. Bitmesi muhtemel olan şeylerden eve doldurmuş her birinden yirmişer tane. Çok kızmıştım, ne gerek var diye. İlk başta gereksiz diyerek ve bozulmasınlar diye sağa sola verdim. Komşulara, eve gelen yardımcıya.
Soya yağını niye kullanayım ki GDO'lu o. Kullanmam. Ton balığı yemem, içinde civa var. Bulaşık deterjanı fazla.. Onları da ver, Deterjan fazla, dağıt dağıt.”
Dağıta dağıta, biz onlara ihtiyaç duyar hale geldik. Yağ bulmak sıkıntılı. Zeytinyağı çok pahalı. Bulursak alıyoruz. Kızartma için ayçiçek, mısırözü yağını bulmak mümkün değil. İstemeye istemeye kanolaya razı oldum. Kızartma yaparken de kalan bir şişe soya yağını kullanıyorum ne yalan söyleyeyim. Son iki küçük kutu ton balığı kalmış. Sular olmayınca büyük yemeye girişmeyeyim diye onu da kullandım. Bu tip şeylere ne kadar çok dikkat ettiğimi beni tanıyanlar bilirler. Ben bile “tamam ya kullanalım ne olacak.” dediysem, vay benim halime!

Cine Citta denen bir market keşfettik bir buçuk sene sonra. Amerika'dan getiriliyor her şey. Uçuk pahalı. Yani gücüm olsa bile niye alayım ki diye düşündürtüyor, o kadar pahalı. Ama bazı ihtiyaç malzemeleri için kapısını çalıyoruz sık sık. Bebek bezi mesela. Son iki paket kaldı. Oraya da gelmemiş. Düşünüyorum kara kara, bez olmazsa ne yaparım diye. Bachakerolarda da malzeme yok artık çünkü. Bir paket beze 100 dolar vereceğim, getir desen, yine de bulamıyorlar. XXG zaten çok zor.
Bir ara ekolojik bez dikeyim mi diye de araştırdım internetten. Dikiş yapamam ki ben, ona rağmen baktım. Suyun zırt pırt kesildiği yerde nasıl tuvalet eğitimi veririm? Erkenden tuvalet eğitimine başlatmak da doğru değil.
Yurtdışına her çıkandan istemek de yordu bizi. Artık kimseden bir şey istemek gelmiyor içimden.
İki ayda bir kurye gelir buraya Türkiye'den. Tanımadığımız birisiyle yazışırız önce, o kişiyi ikna ederiz “Kendimiz için değil, oğlumuz için tarhana, zeytin, keçi sütü istiyoruz.” diye anlatırız uzun uzun. Yeri yoktur tabi ki doğal olarak. Bu bile olay olmuş ve “Karakas'takiler bebek bezi bile istiyorlarmış”a çıkmış adımız. Halbuki hiç bebek bezi istemedik. Süt alerjisi var ben ne yapayım? Buradaki soyalı mamalardan mı içireydim? Bu mamalar gayet normal burada. Artık onu da bulamıyorsun ya. Bulan lıkır lıkır, çekinmeden veriyor bebesine.

İnsanlardan bir şey istemiyoruz bu yüzden artık. Ruhumuz yoruldu.

Ruhum gerçekten yoruldu. Sabahları iki buçuk saat vaktim var. Yemek varsa, ev de temizse, kendim için bir şeyler yapabilirim değil mi? Yapmıyorum. Oturuyorum koltuğa, pencereden dışarı bakıyorum uzun süre. Alık alık bakıyorum hem de. Hiçbir şey düşünmüyorum aslında. Parmağımı kıpırdatmak gelmiyor içimden. Ne yapacağım diye düşünsem, elbet yaparım bir şeyler. Bazen yoga yapıyorum, bazen şu anda olduğu gibi yazıyorum, bazen çok yakın bir arkadaşımla konuşuyorum. Bu arkadaşımla da burada birbirimizi yeniden keşfettik. İkimiz de aynı durumdayız. O İran'da ben burada. Aramızda inanılmaz bir uzaklık var. Şartlar farklı olsa da, yaşam tarzının tamamiyle değişmesinden kaynaklı ruh yorgunluğumu bir onunla paylaşıyorum. Yazınca da rahatlıyorum, o yüzden karalıyorum konuşur gibi... Bir amacım yok. Bana acıyın, beni görün, fark edin, ilgilenin.... Bunlardan birisi bile aklımın ucundan geçmiyor.

Madem bu kadar dayanılmaz, niye gitmiyorum?
Aile olmanın ne anlamı kalıyor ki o zaman? Hep ayrı yaşayacaksak, niye evlendik, bir de bir canlıya hayat verdik? Bunu denedim, o his de tatmin edici değil. Ana baba evi olsa da artık oraya ait değilim çünkü.

Biraz daha dayanmalı, güçlü olmalı. Buradan daha iyi bir ülkeye birlikte gideceğiz.

Kendi kendime yeni oyunlar buldum.
Mesela, son bir şişe bulaşık deterjanı kalmış. O bitince gideceğiz diye eğliyorum kendimi.
Son bir tüp diş macunu, niye yenisini alalım, bitince gideceğiz. Totem gibi yani.
Son şampuan, son paket un, şeker, yağ... Hepsi bittiler... Biz buradayız.

Niye bekliyorum? Neyi bekliyorum? Yaşam anda saklı. Anı hisset vs... Gel beraber hissedelim.
Detaylarda boğuluyorum. Yemek yaparken bangoya yaslanıyorum ve karıncalar göbeğim vasıtasıyla vücudumda geziyorlar şu anda. Hissediyorum onların minnak ayaklarını, nefesime odaklanıyorum. Suyun sesini dinliyorum borulardan, yaşamda, anda bunlar var. Nefesime dönsem de sinirlenmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ama bu sinirlilik hali artık tuhaf bir forma dönüştü. Hissetmiyorum bir şey. Tepkisizim. Nuri Bilge Ceylan bizim evde bir film çekiyor ve benim haberim mi yok diye düşünmeye başladım. Her şey yavaş, sessiz, doğanın sesleri var sadece...

Anda yaşa demek de bana itici gelmeye başladı artık. Çünkü toplum olarak zaten hislerimizi bastırmaya yönelik büyütülmüşüz. Hep güçlü olmak zorundayız. Zaten kendimizi ifade problemimiz var. Niye kendimi zorluyorum?
Anda kalmalıyııım, anda kalmalıyıım, üzülmemeliyiiim” derken aslında kendimizi zorlamış olmuyor muyuz? Hissettiklerim bunlar, yaşadıklarım bunlar, içime atıp ne yapayım?. Gözlemlemeye çalışıyorum, yani her şeye uzaktan bakmak da bir çözüm. Tahammülüm kalmadı yüreğimde, yapamıyorum. Drama Kraliçeliği yakıştırması tam da bu noktada başlıyor belki de. Acımdan beslenmiyorum onlar gibi. Yaşadığımı hissetmenin en kötü yolu acılar.
Paylaşınca biraz olsun rahatlıyorum, negatif enerji başkasına geçiyordur elbette. Buradaki komşularım beni rahatlatmaya çalışıyor:
Nasıl olsa gideceksin, böyle düşün.”
Ah güzel insanlar, aklım nasıl sizde kalacak, bir bilseniz.

Güzel yazılar paylaşmak umuduyla....




22 Kasım 2016 Salı

DÜNYANIN MERKEZİ NERESİ Kİ?


Madem yazmayacagım niye blog açarım ki? Yine uzuuun bir aradan sonra herkese merhaba. Evet hala Karakas'tayız. Eşimin 2 senesi bitti, biz de oğlumla bir buçuk seneyi devirdik. Tam Caraquenia(Karakaslı) oldum burada kalmak zorunda olunca. Bir şeyler hazırlayıp konu komşuyu çağırıyorum eve. Nerede, neyi buluruz, kaç bolivar, bu konular hakkında bir karakaslıya bile bilgi verebiliyorum. Biraz daha kalsam iyice alışacağım diye korkuyorum. Şaka tabi bu son cümle.



Daha önce Karakas'ta yaşamış olan bir arkadaşım, benim yazıları görünce bana dedi ki  "Böyle hissetmene üzüldüm. Aslında ben orada yaşamayı seviyordum biliyor musun?” Halbuki buradayken o da sıklıkla şikayet ederdi. Ama uzaktan bakmak, insanın düşünce biçimini değiştiriyor. Halime çok acımış olacak ki, gidebileceğimiz bir kaç yer ismi önerdi. Ama tabi çocuklu olarak gidebilir miyiz diye hala düşünmekteyim. Niye bir aradayken paylaşılmaz ki böyle şeyler. Türkiye'de üç ay kalarak benzeri bir hissi ben de yaşadım. “Ya kıtlık falan vardı, güvenlik sıkıntısı zordu, susuzluk da çekiyorduk ama, evim orada yahu, ben gideyim.” Tabi benim böyle hissetmemi sağlayan başka kişisel olaylar da yaşadım yurdumda. Çekirdek aile olarak bir arada olunca daha iyi hissettiğime karar verip döndüm goncamın yanına.
Normal koşullarda 15 Ağustos'ta buradaki görev süremiz bitiyordu. Ama Türkiye karıştı. Darbe girişiminden sonra her şey durdu. Uzaklardan olan biteni izlemek çok zor. Televizyon da yok burada. Türk kanalları çekmiyor. Vakit buldukça internetten takip etmeye çalıştım. Darbe gecesini bir Venezuela televizyon kanalından canlı izlemek de ilginç bir deneyimdi. Anlamak zor neler oluyor..  Çok karışık... 

Kimseye bir şey de soramadık. Beklemeye aldık kendimizi. Darbe girişimi gününe kadar kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, o gece ile beraber her şey tepetaklak oldu. Gitme ümidim vardı çünkü o ana kadar. Ama nereye, ne zaman, nasıl gideceğiz tamamen belirsizliklerle dolu bir dünyamız oluverdi. Karanlık bir gölde yüzüyormuşum gibi... Neyin, nereden, nasıl geleceğini bilmiyorum. O yüzden gerginim hep. İnterneti de takip etmeyi bıraktım. Okudukça geriliyorum çünkü. 

Bir arkadaşımın önerisiyle kendimi “Black Mirror” adlı diziye verdim. Mutlaka izleyin. Bu diziden sonra sosyal ağlardan da yavaş yavaş uzaklaştım. Zaten benzeri bir kararı almıştım Türkiye'deyken. Bu uzaklaşma ve kendimle başbaşa kalma süreci, insanlarla aramdaki ilişkileri daha iyi anlamamı sağladı. Sorgulamadığım bir olguydu çünkü benim için.  Bu ifade daha doğru sanırım: Kendimi daha iyi tanımamı sağladı. Facebooktan fotoğraflarınızı koyduğunuzda, herkes likelıyor evet, ama sadece bakıyor, görmüyor. “He tamam Türkiye'deymiş, bak iyi de, görüşürüz nasıl olsa” diyerek herkes birbirini öteliyor. Havaalanındayken, "Aaa nasıl yani, gidiyor musunuz şimdi?" diyen de oldu. Tuhaftı tabi. Çok sık yapmadığım halde, Kıbrıs Şehitleri'nde yürürken, boyoz yerken bile yer bildirimimi yapmıştım aslında. Bunun anlamı, "gelin buraya, ben buradayım, herkesi çok özledim" demekti sosyal medya dilinde. Duyuramamışım demek ki yeterince. 

Türkiye'deyken dünyanın merkezinde olmadığımı anladım kısacası. Bu ne demek; yani oraya gidince herkes benimle görüşmek için can atacak zannettim ama herkesin kendine ait bir telaşı vardı ya da alışkanlıkları değişmişti. Kaldı ki, kimse de bana bu şekilde hissettirmek zorunda değil. Aynı kentteyken görüşmek daha kolaydı ya da gerekliydi ama uzaklaşınca “nasıl olsa bir gün, bir ara, bir grup buluşmasında görüşürüz”e döndü ilişki. Bir arkadaşım vardı, şimdi artık görüşmediğim birisi. Yurtdışından ne zaman dönse, kim var kim yok tanıdığı toplardı aynı mekana, yarım yamalak sohbetlerle gürültülü o ortam beni çok yorardı. Konuşamazdık ki adamakıllı. Paylaşım değildi yani bu yaptığımız. Ben de bu duruma düşmek istemedim ama  o kadar alakasız tipleri bir araya getirmesem de aynı iş grubundakilerle bir kahvaltıda buluştum, özel görüşebildiklerimizle görüştük bir şekilde. İsteyince yaratıyorsun o ortamı. Ama benim için gerçekten zordu çünkü ailem kente yakın bir köye taşınmıştı, arabalarını süremezdim çünkü oldukça eski ve köy içi bir araçtı. Çocuk olunca önceliği güvenlik alıyor tabi. Kullanmak istemedim. İnsanların beni aramalarını bekledim. İlk iki hafta telefon numaram uzun süre yurtdışında olduğumuz için kapanmıştı, onunla uğraştım. Whatsapp olmasa daha fena tabi, ama ona rağmen çoğu kişiyle iletişim kuramadım. Oradayken bu duruma üzüldüm ne yalan söyleyeyim. Görüşemediklerimin, iş arkadaşlarıyla birlikte bir pazar kahvaltısını sana tercih etmiş olmaları o zaman için beni biraz yaraladı. "Onları her zaman görebilirsin ama ben gideceğim" diyerek içerlemiştim, şimdi çok da takmıyorum. Uzakta olunca bir başına olmayı öğreniyorsun ve uzaktan bakınca(hem mekansal, hem mecazi anlamda) olan biteni affedebiliyorsun. Bir de şunu kabul etmek lazım galiba. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Uzaklaşıyorsun, benim çevrem değişiyor, onların çevresi değişiyor. Etkileşimin yönü değişiyor. Hangi kentten ayrılsam, oraya dönmek istedim hep. Çocuk gibi, aynı ortamı yakalayacağım sandım. Bunu beklemek, her zaman yaptığım gibi ilk tepkim. Ama beklememeyi öğreniyorum zamanla. Sonuçta kimse bıraktığım yerde beklemiyor. 

Diyeceksiniz ki "Niye bekliyorsun?". Bir bakıma doğru aslında ama bazen kocaman bir adıma, az bir adımla yaklaşılmasını bekliyorsun. Bu da insanoğlunun zaaflarından biri. Şimdi gitsem aynı şekilde düşünmem, ya da hissetmem. Takılırım kendi kendime, buluşabilirsek ne mutlu. "Ben geldiiim hadi beni eğleyiiin!" hissimden kurtuldum çok şükür. Yaşadığımız her olay, bize bir şeyler öğretmek için var. Ve ben de bu süreçten çok şey öğrendim. Egomu törpülemek miydi bu yaptığım ya da artık ihtiyaç duymuyorum mu bilmiyorum ama hafiflediğim kesin. 

İlginç bir durum daha vardı fark ettiğim, söylemeden geçemeyeceğim. Mesela bir blog açtım hem yalnızlığımı paylaşayım, hem de yaşadıklarımı yazarak daha iyi ifade ediyorum, eş dost haberdar olsun bunlardan(iyi ya da kötü), ben de her seferinde anlatmak zorunda kalmayayım diye. Herkese aynı şeyleri anlatmak zor gelebiliyor bazen. Hele de pek iyi bir şey yoksa. Gidiyorum bir buluşmaya, herkes bana bakıyor;
“Eeee”.
 "Ne eeesi yazdım ya bloğa. Biraz da siz anlatın, ben orada bunları yaşarken siz neler yaptınız?"
Yine dünyanın merkezinde olmadığımı anladım.(Diyeceksiniz ki hatun narsist, ikide bir bu cümleyi kuruyor, kendini bir halt zannediyormuş, oh olsun) Lafın gelişi o cümleyi kuruyorum. Yani daha çok önemseneceğimi düşünmüştüm. Bunu şu anda yazarken de drama kraliçesi psikolojisinde değilim, o an için sorgulayabileceğim bir durumdu ama şimdi dedim ya uzaktan bakınca her şey daha farklı gözüküyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Gülüp geçiyorum hatta. 

Bloğu uzun aralıklarla, dolup taşarak yazdığım için bir solukta beş sayfa yazmışım, malum günümüz insanı pek bir meşgul, vakit bulamıyor. En yakın arkadaşın da olsa okuyamıyor. Ama çok ilginç geri dönüşler de aldım, örneğin sekiz sene birlikte çalıştığımız ve o süre içinde çok da yakın ilişkiler kuramadığım bir hatun kişi, bir solukta okumuş ve bana blogla ilgili sorular soruyor, sohbet ortamı oluşuyor. Bu, diğer yakın arkadaşlarım bana değer vermiyor demek değil, biliyorum. Farklı kişilerle etkileşimlere de kapı açıyor buraya yazmam. bu da hoşuma gidiyor. Sanki içimde alan açıyorum ve herkesi orada kucaklayabilecekmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. 

Ünlü bir blogger olmak değil amacım, sadece paylaşmak. Çünkü başka bir ülkede yaşamak, eski alışkanlıklarından ve çevrenden koparak bir hayat kurmak insanı çok farklı bir psikolojiye sürüklüyor. Benim gibi sosyal bir manyak, kafayı yememek için yazmalı, ya da anlatmalı. Paylaşmalı kısacası. Dünyanın merkezinde hissetmek ve sosyal medyanın ego şişirmesi değil ihtiyacım olan. Karşılıklı, daha naif bulduğum bir etkileşim biçimi. Evet Black Mirror'dan sonra sosyal ağlardan tamamen koptum ama bloğa yazmayı daha samimi buluyorum. “Her şey çok süper, çok mutluyum, harika bir hayatım var”ı göstermek yerine, gerçeği anlatmak bana kendimi daha iyi hissettiriyor.Yaşadığım koşullar itibariyle, kendimi daha da izole hale getirmek istemiyorum. 

Bir diğer eleştiri de şuydu:  "Şikayet, şikayet! E biraz yorucuydu okumak."
Oldu. E ne anlatayım ben sana güzel kardeşim? Biliyorum sanal alem sizi hep iyi şeyler duymaya alıştırdı. Ya da herkes sizi kandırıyor hep iyiyiz, mutluyuz diyerek, ama çoğu yalan. Onlar da şikayet ediyor, sinirleniyor, kararsızlığa düşüyor. Hep iyi değil hayat facebooktaki gibi.  Burada abartmamaya çalışarak sadece gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. 

İran'da yaşarken de orası hakkındaki eleştirilere internetten cevap yetiştirmeye çalışırdım. Ya da bir arkadaş buluşmasında "Ayyy ne kötü orada yaşamak" dendiğinde, hemen orayı ve oradaki insanları savunmaya geçerdim. Tebriz'deki insanları gerçekten çok sevmiştim çünkü. Ben böyleyim. Sahipleniveriyorum hemen. Duyduklarımız, anlatılanlar da aslında doğru bildiğimiz şeyler değil. Bir de bu açıdan bakın demek istiyorum aslında.   

Venezuela'da daha uzun kaldığım için daha da bir sahiplendim evet. İnternette tanımadığım biri de şöyle bir eleştiride bulunmuş; 
"Ya tamam da sosyalizme vermişsin veriştirmişsin. Amerika'nın oyunları sayesinde sosyalizm çöküşe geçti. Bir de bebeğiniz varmış ya, o yüzden siz hassas bir dönemde orada yaşamışsınız.(Bana lohusa bunalımındasın demek istiyor aslında) Aslında orası öyle değil, güllük gülistanlık vs vs..." 
Sanki Venezuelalı anne de bebek bezi bulmada sıkıntı çekmiyormuş gibi. Burada tek şikayet eden anne ben değilim ki. Ya da onların suyu kesilmiyor, bir bize garezi Venezuela'nın. Bakın bunu tekrar tekrar söylemek istiyorum. Hiçbir düşünce yapısını savunmuyorum. Evet eskiden Küba'ya ve Venezuela'ya karşı bir sempatim vardı. Bu ülkelere laf söyletmezdim. Ama artık kimsenin tarafında değilim. Sonu -izm'le biten her şeyden tiksiniyorum. Uzaktan, kitaplardan bildiğiniz sosyalizmle, burada yaşanan, ya da daha önce bizlere farklı gösterilen her şey aslında öyle değilmiş. Çünkü ben burada yaşıyorum, insanlarla konuşuyorum. Zenginlerle de, orta sınıfla da, barrioda(varoşlar) yaşayanla da konuşuyorum. Burada yaşayan bir yabancıyım sadece ve ne gözlemliyorsam, kendi gözümden size aktarmaya çalışıyorum. Ben bir sosyal manyağım dedim ya. Sorguluyorum, merak ediyorum. Ve burada fark ettiklerimi sizlere yansıtıyorum. "İmi sisyilizm kiti diil, islindiii şiylii......" diyorsanız hala sizin bileceğiniz iş. Kimseye kötü demiyorum, sadece paylaşıyorum olanı biteni. Ben yazmaya devam etme kararı aldım. 

Az yazacağım derken yine uzadı gitti konuşma. Kısa kısa, başlıklar halinde yazmayı da öğrenmeliyim. İnsanoğlunun dikkat süresi gittikçe kısalıyor. Daha kısa sürede, kendini daha iyi ifade edebilen videolar ya da yazılar okunmaya değer bulunuyor. Bunu da öğrenmem lazım belki de, denemeye çalışacağım.
Şu anda bu kadar. Daha neleer neler var anlatacağım ama sonraki yazıya.....
Sevgiler.

Not: O kadar şikayet ettim ki buraya kimse gelmek istemez biliyorum. Ama yine de söyleyeyim THY buraya direkt uçuş başlattı. Gidiş, geliş 600 dolarcık. :-) Hani cok ozlediyseniz gelin diye söylüyorum
.