Powered By Blogger

Bumerang

15 Mart 2016 Salı

GEZMEK Mİ DAHA İYİ, YAŞAMAK MI?


Bir kente, ülkeye harika, müthiş, şöyle güzel, böyle güzel diyenlere bir sorum var artık: Orada ne kadar bulundunuz?

Caracas'ı geçtim, örneğin Roma. Turistik olarak harika değil mi? Ama yaşamak? Hele orada bir yabancı olarak yaşamak nasıl acaba?

Burada eşimin görevi sebebiyle bulunuyorum. Sizlere anlatacağım ülkeden bu paragraftan sonra çok şikayet edersem, şunu hatırlayın lütfen:
Burada olmaya mecburuz. Çocuklu halimizle böyle bir ülkeye neden geldik bilmiyorum. Bunu sorgulayacak zamanı da geçtim artık. Şimdi gelelim gerçeklere...

Buraya gelişimiz kesinleşince deli gibi internet taraması yaptım. Gelen turistler de vardı nadir de olsa. Ama çıkışları çok da uzun sürmemiş bu kentten. Daha yeni bir haber yayınlandı, Caracas dünyanın en tehlikeli kenti seçildi diye. Aynı haberin bir benzeri bir sene önce de vardı. İlk sırayı kapamasa da, bu yolda hızlı bir ilerleme göstereceği kesindi.
Şiddet olaylarının hızla arttığı kentte 100 bin nüfusa karşı 120 cinayet işleniyor.”
Bu kayıtlı olan. Kayıt tutmayı pek yapamadıkları için gerçek rakamı varın siz düşünün artık. 

Habere bir göz atın derim:
Yeni bir bebek doğurmuştum ailemin yanında. Eşimi oraya ilk başta yalnız gönderecektim. 6 ay ayrı kalacaktık ve sonra biz de yanına gelecektik. Okuduğum ve duyduğum onca şeyden sonra, bir de lohusalık zamanındaki hislerle omuzlarıma, göğsüme koca bir taş oturmuştu. Bir de geniş aileye yakın olmak hem iyiydi hem kötü. Bu şekilde yaşamanın zorluğunu, aidiyet hissimin olamayacağını, orada yaşamanın hiç de kolay olmayacağını defalarca altını çizerek söylemeye gerek duyan yakın akrabalar, sinirlerimi tepetaklak ediyorlardı. 

Şu anda düşününce tüm bu aşamaları nasıl geçtik diyorum. 


Zaman hızla akıp gitti. Eşim buraya geldi ve ilk 10 gün otelden çıkamadı. Çünkü ciddi bir güvenlik sıkıntısı vardı. Bize yardım edecek kimse de yoktu. Bir an önce ev bulması lazımdı. Bir çocuğumuz olduğu için de herhangi bir ev olmamalıydı. Parkı olmasını tercih etmemizin sebebi tamamen bu güvenlik sıkıntısı. Bir şekilde buldu ama emlakçılara gidip “ev lazım bize ev bul” diyemiyorsunuz. Sizi alakasız bir yere götürüp gasp etmeleri mümkün. Fiyat araştırması bile yapamadan, burası için yüksek bir fiyata evi tuttu. Evin eşyalarını halletti. 6 ay sonra biz de çekirdek aile olabildik.
Aradaki detayları anlatmıyorum. Bizim ondan, onun da bizden ayrı kalması hiç de kolay olmadı. Oğlum 8 aylıkken oldukça zor iki uçak yolculuğundan sonra, neredeyse yirmidört saatte geldik. Aksilikler, rötarlar, beklemeler...
Gelir gelmez 8 gün üst üste su yoktu. O yaşadığım şoku hiç unutamayacağım. Üstelik geldiğimizde yağışlı zamandaydık. Düşünsenize, dünyanın öbür ucuna bebekli geliyorsunuz ve çok da becerikli birisi değilsiniz benim gibi. Sular yok. Dumurların en büyüğünü yaşadım diyebilirim. Ne yapacağımı gerçekten şaşırmıştım. Sitenin altındaki musluktan damacanalara su doldurarak idare etme deneyimi gerçekten müthişti. Sular gelince yaşadığım ayrı bir şok vardı. Çünkü sular ilk yarım saat kahverengi akıyordu. Kanalizasyon olması ihtimali beni deli ediyordu. Paslı borular değiştirilmeli ama alt yapı bu ülkede gerçekten berbat durumda. Su içmek mümkün değil. Paslı su akıp gittikten sonraki suyu da kaynatmak gerekliydi kullanmak için. Ama bunca işin arasında bu bile normalleşiyor. Duşunuzu alıveriyorsunuz. İçme suyumuz hep ayrıydı. Yemek suyumuz da ayrı. İçmeye pek de güvenmediğim filtrelenmiş sularla doldurulan damacanaları yemek için kullandım. Mecburdum, çünkü burada su da bulmak sıkıntılı.

Bizden ayrıyken ülkedeki kıtlık sebebiyle eve her sey istiflenmişti. İstifleme kültürü burada milli spor. Mecbursunuz. (Bu kelimeyi çok sık tekrarlayacağım. Sizi bayabilir ama mecburum.) 
Gezmeye, eğlenmeye, aileyle vakit geçirmeye değil, önce yaşayabilmek için ev ihtiyaçlarını halletmeye vakit ayırmalısınız. Süpermarket dolaşmaya odaklı bir hayatınız olmalı.
O afili avmlerdeki süpermarketlerde abartmıyorum 3kmlik uzun kuyruklar vardı. Biz burada yokken eşim pasaport numarasınıın son rakamına göre o kuyruklara girip beklemek zorunda kaldı. Bebek bezi, şampuan, sabun, tuvalet kağıdı, bebek maması, peçete, pirinç, un, şeker, süt için. (Ayçiçek yağı ilk başta vardı şimdi o da yok. Sadece soya yağı var biz de onu kullanmıyoruz.) 
Pasaport numaranıza göre haftanın 2 günü kuyruklara girip oraya ne geldiyse devletin sattığı fiyattan alabiliyorsunuz. Oldukça ucuz. Ama sosyalist devlet olması sizi aldatmasın. Uzun süredir yokluk çekiyorsunuz ve dükkanlara geldiğinde de sadece 2 paket alabiliyorsunuz. Parmak iziyle ve sisteme kayıt olarak alışveriş yapabilirsiniz. Aslında bu da devletin herkesi kontrol etme isteğinden kaynaklı bir uygulama. Bu sebeple yavaşlıklarının üstüne bir de kayıt zaman alıyor. bekliyorsunuz da bekliyorsunuz.
İhtiyacı olmasa da alan çok insan var çünkü bu da bir çeşit işe dönüşmüş durumda. Çok da çalışmayı sevmeyen sosyalist devlet yaşayanları, bir paket bebek bezini 50 bolivara alıp, karaborsada 600 ile 1600 bolivar arasında değişen bir fiyat aralığında satıyorlar. Eksik olan diğer malzemeler de keza öyle. Bu doğru mudur değil midir tartışılır. Çünkü adamcağızın bir aylık asgari ücreti 15000 bolivar civarında. Bu sıralara girmek zorunda. Bazıları da krizi fırsata dönüştürmek zorunda. Bu işi yapanlara halk arasında bachakeros deniyor. Kendilerine collectores denmesini tercih ediyorlar. Çünkü anlamı daha olumlu.
Eşim eve her hafta sonunda girdiği kuyruklar sayesinde bize uzun süre yetecek olduğunu sandığımız malzemeleri istifledi. Ama bir bebeğiniz varsa hiçbir şey kesin değildir. Bebek bezleri yetmedi tabi ki. Çocukla kuyruğa girmemiz zor olacağı için karaborsada satan kişilerden aldık 10 belki de 30 katı fiyata. Şeker, un, pirinç, yumurta da aynı şekilde...
Bu kişileri nasıl buluyoruz? Onlar sizi buluyorlar. Endişeniz olmasın.
Yiyecek kuyrukları
Şimdilerde o da yok. Çünkü karaborsada bile eksik olan malzemeler bulunmuyor. Süt ve yoğurt almak imkansız. Nadiren geliyor ve hemen bitiyor. Zaten UHT. Yoğurt da alçı gibi. Bufalo yoğurdu. Oğlumun süt alerjisi olması ve emiyor olması süt ve yoğurdun yokluğunu pek hissettirmedi.
Eğer şeker varsa ve canınız tatlı istiyorsa burada süt tozları var ama bizdeki süt tozu değil. Suyu uçuruluyor ve paketleniyor. İçlerindeki kimyasalları bilmek istemiyorum. Bu süt tozlarını suyla karıştırarak tatlınızı yapabilirsiniz. 
Hayatımızın büyük bir kısmı burada komşularla bunları konuşarak geçiyor. Oraya ne gelmiş, burada ne var. Tabi çok sık süpermarkete gitmek zorunda kalıyoruz. Oğlumuz Caracas günlerini hatırlayabilirse, muhtemelen ya sitenin parkını ya da süpermarketleri hatırlar.
Süpermarketleri de anlatmalıyım.
Türkiye'de envai çeşit şey görmeye alışmışız, burada colgate diş macunu, ağız gargarası, güzellik malzemeleri, tek tip şampuan, konserve ürünler, kahvaltı için kellogys ürünleri, çerezler, çikolatalar, ıslak mendil, plastik tabak, bardak, çatal bolca var. Ama şöyle düşünün. 4 metrelik bir rafta sadece aynı tip diş macunu var. Yanındaki 2 metrelik alan boş. Bazen boşlukları doldurmak için daha geniş geniş koyuyorlar. Ama yine de o boşlukları tam dolduramıyorlar. Dış görünüşe çok önem verdikleri için, güzellik malzemelerinden dilediğinizi seçebilirsiniz. Ama temel ihtiyaçlar yok. Bisküvü ve konserve yiyebilirsiniz. Seçip almak size kalmış. Raflarda Türk ürünlerine de rastlıyorsunuz. Paşabahçe ve Fresh'n Soft burada epey para kazanıyor olmalı.
Sebze fiyatları yüksek. Halk yine sıraya girerek her ay, işlenmiş etlerden ucuza alabiliyor. Ama artık o da zamlanmış durumda.
Süpermarketlerdeki boş raflar


9 aydır buradayım. Ülke tepetaklak gidiyor. Nereye gittiğini de kimse bilmiyor.
Dolayısıyla burada yaşayan bir yabancı aile olarak, korku ile yaşıyoruz. 

Nasıl yaşadım, neler yaptım?


Sitemizin parkında oğlumla oynadım. Ciddi uyku sıkıntısı ve alerjileri olduğu için epey zorlandık. İnek sütü ve süt ürünlerine, tropikal kuşaktaki bir ülkenin harika meyvelerine alerjisi var. Ne yedireceğimi şaşırdım. Ama yemek, içmek buradaki diğer deneyimlerimizin yanında çok da basit bir detay aslında. Çok klişe bir laf var ya; doğan büyüyor. Tabi ki dikkat ederek, mümkün olduğu kadar GDO'dan uzak durarak büyütmeye çalıştık onu.


Burası GDO'nun ana merkezi gibi. Aslında Monsanto'nun ilk pazarı Arjantin. Venezuela'nın da diğer ülkelerle bir ilişkisi olmadığı için, her şeyi oradan alıyor. Sebze, meyve konusunda bir sıkıntı olduğunu düşünmüyorum. venezuela'da yetiştirilenlerden almaya çalıştık. Bizim ülkemizdekilerden daha iyi gözüküyorlar. Çünkü doğa iyi ürün yetiştirmeye müsait. Bir de bu ülkenin bitki için ilaç alacak parası yok ki, nasıl getirtsin onları dışarıdan. GDO daki kastım mısır ve soya.


Kuyruk sıra numarası kollara ya da ellere yazılıyor

Bu 9 ayda ilk başta duyduğumda ürperdiğim bir çok cinayet, gasp olaylarını şimdi ya duymuyorum ya da normalleştirdiğim için, “ya öyle mi?” deyip geçiyorum.
Bir Amerikalı, bizim gibi korunaklı bir sitede yaşıyordu ve evinde öldürüldü. Burada yaşayan bir avukat olduğu için, işin içinde başka sebepler olduğu söylense de duymak rahatsızlık verici. Akbil benzeri aletlerle giriyorsunuz kapılardan. Başkası açamıyor. Her yerde güvenlik, kameralar... Ama çeteler ya güvenlik güçleriyle ya da temizlik elemanlarıyla anlaşıp bu işleri yapıyorlar. Paraya ihtiyacı olan Caracas halkı bu olan bitene alet oluyor. Bu yüzden eve bir yardımcı almak çok zor. Hırsızlık yapmayacak ve güvenilir olacak. Epeyce bir soruşturup, iki üç insan denedikten sonra güvenilir olduğuna inandığımız Luz ile 8 ayı devirdik. Burada iş gücü en ucuz olan şey. Ortalama 1000 bolivarla çalışıyorlar. Bir günlüğü 1800 bolivardan başladı, şu anda 2500 bolivar. Yani aşağı yukarı 12 tl. Temizlik açısından çok da birşey beklemedim. Oğluma zarar gelmesin, biraz destek çıksın yeter. Sabun bulamayan halk, elini yıkamaktan bile öyle aciz ki,hijyen konusunda Luz ile epey mücadele verdim. O bize güvendi, biz de ona. Karşılıklı olarak birbirimize çok şey öğrettik. (Bu tek benim düşüncem değil. Venezuelalılar da hijyen probleminden bahsediyorlar.) Arkadaşlarımıza gelen bir yardımcı da Luz'la aynı yerde yaşıyor. Petare'de. Zaten ya Katia'da ya da Petare'de yaşıyorlar. İki yer de güvenli bölgeler değil. Onlar bile tedirginler. Çeteler, mafyalar, uyuşturucu kartelleri hakimiyet kurmuş durumda. Bir gün yolunu kesip şöyle demişler; “Sen her ay bize 500 bolivar ver, biz seni diğer çetelere karşı koruyalım.” Zaten ne kadar kazanıyor ki sana versin. Eli mahkum veriyor tabi. Kısacası burada bir çeşit modern kölelik hakim. Özellikle Venezuelalı zengin kesim bu insanlardan en ucuz olacak şekilde yararlanıyor.

Öldürülen Amerikalı'dan sonra vurulan bir Türk taksici. Otel odasında öldürülen Alman iş adamı, hırsızlık için girilen falanca ülke büyükelçilikleri, buraya iş görüşmesi yapmak için gelen iş adamlarının daha otele girerken silah zoruyla gasp edilmeye çalışılması, fidye için kaçırılan diplomatlar, kulaktan küpeyi zorla çekip insanları yaralayan motorcular...
Daha önceden bildiklerimi ise belki siz de duymuşsunuzdur. Güzellik kraliçesi eşi ve çocuğuyla birlikte vurulmuştu. Bu haberi gitmeden önce okumuştum. O anki korkum çok fazlaydı ama dedim ya alışıyorsunuz.

Burada yaşamanın çok önemli detayları var. Gösterişsiz bir araban olacak. Gösterişsiz kıyafetler giyeceksin, takı takmayacaksın. Cep telefonunu, fotoğraf makineni asla dışarıya götürmeyeceksin. Dışarıda Türkçe konuşmayacaksın. Saat sekizden sonra dışarıda olmayacaksın. Varoşlara gitmeyeceksin. Bilmediğin sokaklardan geçmeyeceksin. Sokaklarda başı boş yürümeyeceksin.

En çok özlediğim şey; tedirgin olmadan sokaklarda elini kolunu sallaya sallaya yürüyebilmek...


Fotoğrafla tutkuyla ilgilenen bir çift olarak böylesine muazzam bir ülkede cep telefonuyla bile fotoğraf çekemediğimiz için üzgünüm. Bu intihar gibi bir şey olurdu. Takip edilirdik, şanslıysak arabanın camını kırıp alırlardı, ya da siteye girerken bile önümüz kesilip gasp edilebilirdik. Bu olmamış bir şey değil. En güvenilir diye bilinen yerlerde bile motorize ekipler önünüzü kesip hırsızlık yapabilirler. Luz da evden çıkarken paralarını 3 ayrı yere yerleştirerek evden çıkıyor. Bunlara şahit olunca gerçekten tedirgin oluyorsunuz. Kendimiz için değil en çok oğlumuz için...

Dışarıda kendi dilimi konuşamamak da oldukça zor. Benden önce burada 6 ay daha uzun kalan eşimle bu konuda sık sık tartıştık. Deneyimi daha fazla olduğu için endişesi de fazla. Ben nasıl konuşmam? Ailemle skype aracılığı ile konuşuyorum , ama göz temasıyla konuşmak başka. İspanyolca bilmiyorum ki? Kimse de ingilizce bilmiyor. Bilenler artık bu ülkede değiller. Hepsi terk etmişler. Bizim sitede yaşı 50 üzeri olan iyi eğitimli birkaç kişi vardı. İngilizce bildiklerini öğrendiğim andan itibaren yapıştım onlara. Bu insanları bulmam da 3 ayımı aldı. Birbirini tanımayan insanlar bile günaydın, iyi günler der. Avmlerdeki asansöre binerken bile bu yapılır. Şaşırmıştım bunu görünce. Dedim ki tamam çok sıcak kanlı insanlar. İletişim de kolay olur. Ama Hola! diyerek kaçan gözler, boğazımda kelimeleri düğümlüyordu. Sosyal biriyimdir. Bu yönümü severim. Dünyanın her yerinde de yaşayabileceğimi düşünürüm bu özelliğimle. Ama burası beni bile zorladı. Sıcakkanlılar aslında ama çekingenler. Sonunda ben de onlara çamur atarak iletişim kurmaya çalıştım. Dedim ki “Venezuellalılar göz teması kurmuyor”. Onlar da savunmaya geçtiler ve öyle olmadıklarını ispat etmek için konuşmaya çalıştılar oğlumu her parka indirişimde. Bu pis bir taktikti ama işe yaradı. İngilizce bilenler, az bilip konuşmaya çalışanlar etrafıma toplanır oldu. Bizim sayemizde Türkiye'de ne olup ne bitiyor kulak kesilir oldular. Sorular sordular. Anlatmaya çalıştım. Böylelikle benim de soru sormaya hakkım doğdu. Onlar hakkında çok şey öğrendim. Hele bir tanesi Kemalizm, Atatürk diye söze girince ağlamak istedim o anda. O kadar iyi bir okuyucuydu ki, dışarıdan bizi o kadar iyi biliyordu ki, onunla sohbet etmek harikaydı. Şimdi burada en fazla görüştüğüm kişi o ve eşi. Eşinden ispanyolca ders alıyorum, oğluma da öğretmeye çalışıyor. Buraya geldiğimden beri başıma gelen en güzel iki şeyden birisi onlar, diğeri de temizlik açısından çok fazla eleştirsem de yardımcımız Luz. Onlar olmadan tüm bunların altından kalkamazdım herhalde.
İspanyolca dersi alıyorum dediysem şakımıyorum. Benimkisi Fatih Terim misali: “What can i do sometimes???”
İspanyolca çok zor bir dil, ingilizce onun yanında çocuk oyuncağı kalıyor. Derdimi anlatabiliyorum evet. Dışarıda da grameri kafa göz yararak konuşmaya çalışıyorum. Başka türlü öğrenemem. Gece uyumayan bir oğlum var ve ev işleri beni bekliyor. Bulaşık makinesi de yok. Gündüz hiç enerjim kalmadığı için gerçekten konsantre olmakta zorlanıyorum. Yoksa dil öğrenmeye çok meraklıyım. Yine de bu koşullarda çok çalışamasam da çat pat konuşabildiğim için kendimle gurur duyuyorum. Bir şeyler öğrenmeden durmak en rahatsız olduğum şey. Her gittiğim yerden öğrendiklerimi atıyorum sırt çantama. Yüküm arttıkça ruhum hafifliyor sanki.

Burada bulunduğum süre içinde Venezuela'da çok önemli olaylar oldu. Bir dolar biz geldiğimizde 100 bolivardı şimdi ise 1000 bolivar civarında. Yani venezuela bolivarı gittikçe değer kaybediyor. (Paranız varsa resmi kurdan değil karaborsadan bozdurabilirsiniz paranızı. Dolayısıyla zarar etmemiş olursunuz. Kimse burada resmi kuru kullanmaz. Üçü resmi olmak üzere dört çeşit para bozdurma kuru var:Doların en düşük olduğu kurda 1 dolar 6.3 bolivardı. En yüksek olduğu karaborsa kurunda ise 1 dolar 1000 bolivar civarında. Resmi kurları Venezuela Hükümeti temel sağlık ve gıda malzemelerinin ithalatında ve vatandaşlarının yurt dışında yapacakları harcamalar için onlara destek sağlamak amacıyla kullanıyor.)

Ekonomi tepetaklak gitti. Dolar gittikçe değer kazandı. Ambargolar arttı. Suç oranları gittikçe arttı. Temel ihtiyaç malzemeleri zaten zor bulunuyordu, gittikçe zorlaştı. Mafyalar, çeteler halk üzerinde baskı kurmaya başladı. Oğluma bir pazar günü bir şişe su alabilmek için saatlerce dükkan dükkan, restoran restoran dolaştık mesela. Yok. Restoranlarda bile su yok. Örneğin devlet yumurta üreticilerine dedi ki, benim istediğim fiyattan satacaksın. Neredeyse dörtte bir daha düşük fiyata. Tabi ki kabul etmediler. Piyasadan yumurtaların hepsini çektiler.

Venezuela tuhaf bir yer, aslında hiçbir şey yok ama her şeye uygun olmayan yollarla ulaşabiliyorsun. Gizli saklı. Çok heyecanlı bir hayat değil mi?

Parlamento seçimleri yapıldı. Maduro, seçim öncesi kazanamazsa halkı sokağa dökeceğim gibi imalarda bulundu. Parlamentoda muhalefet çoğunluğu sağladı tam 17 sene sonra. Medyada takip ettim de Venezuela'da dönem değişti gibi şeyler yazıldı çizildi. Burada başkanlık sistemi var. Maduro hala başkan ve sistemin her noktasında var Chavistalar. Yani sistem değiştirmek biraz zor. 
Muhalefetin yaptığı ilk iş meclisten Simon Bolivar ve Chavez'in resimlerini indirmek oldu. Kendilerinden ekonomik özgürlük bekleyen insanlar da tuhaf karşıladılar bu durumu ama o resimlerin orada olmaması gerektiğine de inanıyorlardı.
Sosyalizm bitmedi. 21.yy sosyalizmine evrilmesi umud ediliyor. Yani dışa ve üretmeye daha açık bir yönetim şekli. Ve yozlaşmadan, adam kayırmadan uzak bir sistem. Bunların kısa vadede yapılması pek muhtemel gözükmüyor. Dedim ya Maduro hala başkan.
Akli dengesi ülke yönetimine müsait değildir gibi bir belge düzenlemeyi düşünüyorlarmış, bu şekilde yakın zamanda eski hükümeti değiştireceklermiş. Anayasalarında böyle bir madde varmış. Duyduğum bir haber sadece. Çok ilginç değil mi?
Biz buradayken bunun olması mümkün değil ama hayatımıza bu kadar giren bir ülkenin haberlerini de takip edeceğiz tabiki.
Karakas'ın dikey varoşları
Maduro şubat sonunda esti gürledi ve her sey kötüye gidiyor, para lazım dedi. Benzine %6000 zam yaptı. Benzin neredeyse bedavaydı. Bir depo 5 bolivara doluyordu. Artık 350'ye doluyor. Bu halk için çok önemli bir rakam. Motorcu taksiler var hayatını kazanmaya çalışan. Bu durum onların işini çok etkileyecek. Nitekim dün Venezuela'da olaylar başladı. Halk sokağa döküldü. Dolmuş çalışanları ücretleri 20 bolivardan 50 bolivara çıkarmak istiyorlar. Halk da bunu karşılayamaz. Çünkü Petare ve Katia'dan çalışmak için Baruta belediyesine 3 vesaitle gelebiliyorlar. Hem de en az 2 saatte. Karşılamaları mümkün değil. E durum böyle olunca dolmuş seferleri azaldı. Luz bazen araba bulamadı onu biz merkeze bırakmak zorunda kaldık.
İnsanlar bu kadar zor bir hayat sürerken, haklarını arayamıyorlar. Sebepleri çok. 
Öylesine bastırılmışlar ki son 3 senede sesleri solukları çıkmaz hale gelmiş. Sesini çıkaran ya öldürülmüş ya içeri atılmış. Bizdeki gezi olaylarıyla eş zamanlı sokak olaylarından sonra çok kişi öldürülmüş. İnsanlar gerçekten çok korkmuşlar ve sinmişler ve her şeyi normalleştirmişler.
Komşumun biri anlatıyor. Market kuyruğunda iki kişi konuşuyormuş: “Ne kadar güzel değil mi, istediğimiz her şeye çok ucuza ulaşabiliyoruz.”

Halbuki 7 saat bekleyerek az miktarda alıyor ve en kalitesizine ulaşıyor ama bu onda öylesine normalleşmiş ki memnun olma kafasına geliyor. Zaten kuyruklarda üzerlerinde halkın koruyucusu(!) yazan askerler dolaşıyor ve hükümet karşıtı konuşmak yasak. Fotoğraf çekmek de yasak. Bu sebeple sizlere fazla fotoğraf sunamıyorum. Bu gözler, halkın koruyucusu askerlerin kasaba girip kilo kilo eti rüşvet olarak aldığını da gördü. Bu sebeple halkın koruyucusu ünvanı bana komik geliyor. Trafikte de durdurup “Dolar var mı?” diye sorabiliyorlar mesela. 
Ama kuyrukları görmenizi isterdim. Yasakların bu kadar fazla olmadığı zamanlarda çekilmiş bir kaç youtube videosu buldum, merak ederseniz bakınız lütfen.

https://www.youtube.com/watch?v=mkNH4NTjl1Q ( Bebek bezi almak için yarış)


https://www.youtube.com/watch?v=bd9fcPeE3RU (Yiyecek kavgaları)


https://www.youtube.com/watch?v=1CMEmKe5mS0 (Bunu özellikle izleyin. 8 temel besin maddesini nasıl alabilirsiniz?)


https://www.youtube.com/watch?v=rVNU_AFnzbA ( Yiyecek kuyrukları, sıkıntısı)


https://www.youtube.com/watch?v=4j8w51IKprU (Karakas varoşlarında çekilmiş bir film. Karakas'ı daha iyi anlamak için göz atabilirsiniz.)


Karakas'ın dikey varoşları
Değişimler, devrimler her zaman sancılı olur. Venezuela yeni gelişmelere gebe. Her sey adım adım ve çok yavaş olacak. Önce içeride olan muhalefet lideri Leopoldo Lopez'in serbest bırakılması isteniyor. Leopolda'ya özgürlük afişleri süslüyor sokakları.
Ben çalışmıyorken bunlara şahit oluyorsam, eşimin nelere şahit olduğunu sizler de hayal edebilirsiniz. Oturma iznimiz için bakanlığa belgeleri gönderdikten 3 ay sonra biz sorunca dediler ki, bir belge eksikti biz de işlemi yapmadık. Ama haber veren yok. Buraya geldiğinden beri aldığı dosyaların hiçbirini sonuçlandıramamış. Çünkü kimse kimseyi dinlemiyor, maillere bakılmıyor, erteleniyor. Türkiye'de şikayet ettiğiniz yavaş bürokrasiyi burada mumla ararsınız. 
Çalışmıyorlar. Çalışmayı hiç sevmiyorlar. Markette kuyruklarda bana afakanlar basıyor. Kasiyer görevlisinin yavaşlığı ve işi çabuk halledememesi benim için kuyrukları işkenceye dönüştürüyor. O kuyruklar Türkiye'de olacak, her gün kavga çıkar. Burada tek sinirlenen biziz. Bilmiyorum belki biz de fazla tezcanlı bir milletiz. Belki onlar normal. Genelleme yapmayı sevmiyorum. Ama yavaşlar, para sayarken bile yavaşlar. İşler biraz arttı mı isyan bayrağını çekiyorlar. Zaten kuyrukta da beklesem alıyorum yiyeceğimi, çalışmaya ne gerek var diye düşünüyorlar sanırım. Çalışmayı sevmezler ama sosyal haklarını da çatır çatır almayı bilirler. Chavez zamanında aldıkları bonuslar, sene sonu ikramiyelerinin kuruşu kuruşuna hesabını sorarlar. Sorsunlar tabi, emeğin karşılığı her zaman verilmeli ama yaptığı iş de iyi olmalı. Hastalarsa haber vermeye gerek duymazlar.
Niye gelmedin?”
Hastaydım, rapor aldım”
E niye haber vermiyorsun? 
Deli olmamak işten değil.
Evde küçük bir tamirat için bir ustaya ihtiyacınız varsa, unutun o işi. Yani çağırın ama unutun. 3 ay sonra size yardım edebilirler. Apartmanda asansör bozuldu. Yapılması uzun bir süre aldı. Garaj kapısı bozuldu, aylar oldu hala yapılamadı. Yollarda arabalara hasar verecek kadar büyük çukurlar var ama kimse ilgilenmiyor. Sular patlayan borulardan günlerce akıyor ama yapan yok. İsrafı seviyorlar. Zaten burası muhalif belediye olduğu için hizmet götürmemeleri de normal. Ama diyeceksiniz ki Chavistaların yaşadığı barriolarda hizmet çok mu iyi? Ben uzaktan onlara bakınca insanlığımdan utanıyorum. Türkiye'deki gecekondu bölgelerinde yine bir düzen vardır, yol vardır, evler daha nizamidir. Buradakiler sanki kümes gibi. Basık tavanlı, küçük pencereli, taş çatlasa beş metrekarelik yerlerde yaşıyorlar. Üst üste. Tıkış tıkış insan dolu sanki. Yol yok sadece motorlar girebiliyor. Kanalizasyon sistemi var mıdır emin değilim. Koku karşıdan duyuluyor. Her yer çöp. Çöpleri nereye atacaklarını şaşırmış insanlar. Haftanın üç, dört günü ya su yok ya elektrik. Ama her şeyin üstü kapatılıyor. Tricolor projesi var. Barrioları venezuela bayrağının renklerine boyuyorlar. Uzaktan bakınca rengarenk. Turistik amaçlı gezmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Ya da varoşların etrafına uzun, yüksek duvarlar örüyorlar gözükmesin diye, bi güzel de onları boyuyorlar.





https://www.youtube.com/watch?v=9H8V0aNF7gs ( Petare'ye bir de buradan göz atın)







Yazarken yoruldum. Size de tuhaf geliyor mu bu okuduklarınız?


Çalışmasınlar tamam, ama bana aşı bulsunlar değil mi?

Oğlum için uzun süre aşı bulamadım. Aşı yaptırmamayı göze alamadım. Çünkü kızamık hastalığı vaka sayısı artmış. Ama yapılması gereken tarihten 4 ay sonra yaptırabildim, o da tesadüfen. İlaç yok insanlar tedavi olamıyor. Hatta muhalefet diğer ülke elçiliklerine mesaj göndermiş “acil yardım çağrısıdır, bize ilaç konusunda destek çıkın” diye. Hastaneler berbat durumda. En iyi özel hastane, bizdeki devlet hastanesi gibi. Oraya gitmek durumunda kalmayı istemem. 
Veteriner sayısı çok fazla. Hayvanınıza ilaç bulabilirsiniz ama kendinize bulamazsınız. 
Her şeyi geçtik. Sivrisineklerden bulaşan Chikungunya ve dengue virüsleri var.Bağışıklık sistemini etkileyen rahatsızlıklara yol açıyorlar. Bir de üstüne zika virüsü eklendi. Venezuela'da açıklanan vaka sayısı 4000 civarında olsa da, gerçekte yüz binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Tüm bunlar çığ gibi üzerimize doğru gelirken, yapılması gereken gitmek...
Ben de muhtemel gitme tarihimden 1 ay önce gitmeye karar verdim ailemin yanına.

Şöyle bir laf vardı nette dolaşan: Hayat siz sınırlarınızın dışına çıktığınız zaman başlar diye.. Bu lafı severim. Alışkanlıklarımın değişmesi benim de çözülmememe sebep oluyor ve çözüldükçe rahatlıyorum. Kendimi çok daha iyi tanıyorum bu sayede. Yüzleşiyorum, güçleniyorum. Ama bu kadarı fazla. Benim için olmasa bile oğlum için fazla. Ülkem de çok zor günler yaşasa da kendimi daha güvende hissedeceğim baba ocağına gitme vakti geldi. Temiz suyla duş almak istiyorum. Ne yediğimi biliyor olmanın güvenine ihtiyacım var. En önemlisi oğlumu aileme bırakıp, uyumak istiyorum. 3 ay kalacağım. Haziran'da yine buraya dönmek zorundayız. Bu kadar olumsuz şey anlattım ama neden bu ülke bu durumda, onu da bir sonraki yazımda anlatacağım.

Kendimi tutamayıp biraz giriş yapayım bu konuya:

Ülke o kadar güzel bir yerde, sahip olduğu şeyler o kadar fazla, bu kadar mı kadir kıymet bilinmez, değerlendirilmez. Caracas'lı komşumun lafını aynen aktarıyorum:
Tanrı cennet gibi bir ülke yaratayım demiş. Venezuela'yı yaratmış. Sonra bakmış bakmış ve şöyle demiş; Ama bu fazla güzel oldu, ben biraz burada yaşayanların aklından alayım da dengelensin.” Kızmayın hemen. Irkçı birisi değilim. Bunu ben demiyorum. Venezuelalı birisi söylüyor. Yani bu ülkenin durumu, sadece ekonomi ile açıklanamaz. Kötü olan sosyalizm değil. Insanlar...




Sorunlar aslında, Chavez zamanından başlıyor. İlk başta halkın gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılamış. Hem de bedavadan. Bedavadan ev ve eşya sahibi olmaları, durumu daha iyi olanların hoşuna gitmemiş. Senelerce zengin ve fakirler arasında düşmanlık yaratarak oy toplamış Chavez.  Elektrik bedava, su bedava, mobilyalar, eşyalar bedava. Bu evleri hemen tanırsınız. Yüksek katlı binaların hemen üstünde Chavez'in gözleri vardır. Chavez hemen her yerde olduğunu hissettirir. 






Bu bedavacılık insanları çalışmamaya, üretmemeye alıştırmış. Bu arada, durumu daha iyi olanlar fazla olmasa da elektrik ve su için fatura ödüyorlar. 


Başkanlığının ilk yıllarında bir ayaklanma yaşanmış. Ev ve eşya verdiği bu insanları silahlandırmış. Hem de ne silahlar. İşte bu yüzden şu anda kontrol edilemez bir suç kenti haline dönüşmüş. Eğer bu insanların Chavista olmadığı kanıtlanırsa evlerinden çıkarılıyorlarmış. Tüm mitinglerde Chavez için ya da şimdi Maduro için yürümek zorundalarmış. 


Market sıraları uzun olunca malum bir çok insanla tanışıyorsunuz. Buradaki en iyi üniversitelerden birinde ekonomi profesörü olan bir hoca ile konuşurken, Chavez'in planlanmış bir başkan olduğundan bahsetti. Ekonominin bu hale gelmesine bakılırsa, bu teoriye inanmamak işten değil.
Üretmeyen, çalışmayan, okumayan, dinlemeyen, dünyanın sadece Venezuela'dan ibaret olduğunu sanan cahil insanlar çok. Bu cahillikten kendilerini kurtarmaya çalışmadıkça görmeyecekler, bilmeyecekler, hep sefillik içinde yaşayacaklar. Politikacılar zaten devrim yaptık diye diye insanları hipnotize etmişler, bu sırada da ceplerini doldurup ülkeyi soyup soğana çevirmişler. Hala olan bitenin farkında değiller. Bir sabun üretemez mi koca ülke? Bu kadar mı dışa bağımlı olur? Tarım nasıl biter, hayvancılık nasıl biter?
Ülke ciddi beyin göçü yaşamış. Burada kalanlar mecbur olanlar. Onların da yorumu şu: Bazı ülkeler de din kullanılır halk manipüle edilir, bazı ülkelerde de devrim. İkisinin de yarattığı sonuç aynıdır. Olan hep halka olur. Filler tepişir, çimenler ezilir.




10 Mart 2016 Perşembe

VENEZUELA GÜNCESİ

Uzun suredir bloğa bir yazı yazamadım. İran gibi bir ulkede daha sık yazıyordum. Herkesin “Latin Amerika'da mısınız? Venezuela harika bir yer olmalı.” diyerek gıpta ettiği bir yerde de yazamadım işte. Elim bir türlü gitmedi klavyeye. Bahane yaratmak istedim mi bu konuda benden iyisi yoktur. Ülkemden, ailemden kilometrelerce uzak bir yerde tek başıma çocuk büyütmek zorunda kalmam da önemli bir etken tabi ki. Neyse ne..Anlatmaya başlıyorum işte.



Şimdi arkanıza yaslanın ve şöyle bir ülke düşünün:
365 günün 365 günü de güneş var. İki tip mevsim yaşıyorsunuz. 6 ay yağmurlu, 6 ay da kurak. Yağmurlu mevsimlerde bile sizi serinleten bir yağmurun arkasından güneş çıkıyor. Her seferinde çıkan iki gökkuşağının seyrine doyum olmuyor. Oğlumun evde canı sıkılıyor. Hava güzelse evde niye duralım değil mi? Parka iniyoruz. Sitenizin bir parkı yoksa bile, doğanın içinde korunmuş bir sürü yeşil alan bulabilirsiniz evinize yakın. Arabanızla oraya gidebilirsiniz. Parkta çimlerin üzerinde koşan oğlum, kahkahalarla içimi ısıtıyor. Aniden rengarenk kanatlarıyla uçuşan bir çift kelebeğin peşine takılıyoruz birlikte. Kelebek dediysem bizim oradakiler gibi değil. Onlar da bana göre harika. Ama buradakiler sadece belgesellerde görebildiklerimizden. Fosforlu renkleriyle uçuşurken sizi hipnotize ediyorlar adeta. 
Kuşlar da öyle. İnanılmaz güzellikte renkleri ve sesleri var. Sinek kuşlarına hiç bu kadar yakından bakmamıştım. Kaktüslerin çiçeklerine bayılıyorlar. Ne kadar hızlı kanat çırpışları var. Sonra aniden sessizliği yaran ötüşleriyle papağan sürüsü geçiyor. En az iki tane olacak şekilde uçuyorlar. İki tip papağan var. Hani şu bizlerin tatil beldelerinde her nasıl eğitildilerse, özgürlüğü bilmeyen, uçmayı unutan, para vererek foto çektirdiklerimiz. Diğeri de daha minik. Bir de yaban tavuklarından bahsetmeliyim. Tavuğun uçan cinsinden ama. Guacharaca adı. İğrenç sesleriyle (gerçekten iğrenç) sabah 5.30'ta sizi uyandırıyorlar. Amazon ormanlarındaymışçasına bir his. Oğlum erkenden kalktığı için beni pek rahatsız etmiyor tabi ki. Ama tüm bu güzelliklerin arasında onların sesleri de bu harika doğanın bir parçası olarak dinlenmeye değer. Adını bilmediğim bir çeşit kuş var. Daha yabani. Buranın kötü kuşları. Akbabaya çok benziyor. Eğri boyunlarıyla, oğlumun oyun oynadığı yere yakın bir ağacın tepesinden bize bakıyorlar. Yüksek bir apartmanın 8.katında yaşadığımız için oğluma bu kuşların süzülüşlerini gösterebiliyorum. Şahin ve kartal benzeri başka kuşlar da var. Tüm bunlar, Caracas'ın dağa kurulmuş bir kent olmasından kaynaklanıyor. Aslında ormanın tam da ortasına.
Parque del Este
Sıcaklık merkezden biraz daha düşük. 30'u geçmiyor. Bazen parkta oynarken rüzgardan korunmak için ince bir ceket giymek zorunda kalabiliyoruz. Deniz kenarına 30km uzaklıkta. Canın yüzmek mi istedi atla git. Trafik yoksa yarım saat sonra oradasın. Ama nem oranı artıyor. 35-40 derece sıcaklıkta okyanusun serin sularına bırakabilirsin kendini.

En fazla alışveriş merkezi olan kent Ankara sanırdım. Yanılmışım. Caracas'ta da çok fazla var. Alışveriş yapmayı seviyorsan yaşadın.
Parkları mı seviyorsun? Kentin ortasında öyle bir park var ki, Türkiye'de bu kadar güzelini görmedim. Kentin kalbinde müthiş bir doğal alan. Bu doğal alan canlılarıyla birlikte korunmuş. Maymunları ve tembel hayvanları (folivora) görebiliyorsun. Sincaplar ortalıkta bizim gibi dolaşıyor. Burada kedi yerine iguanalar var etrafta. Parklarda görünce korkabilirsiniz biraz ama gerçekten de evciller. Sadece Parque del Este değil tabi. Onun dışında siteler arasına da kurulmuş bir sürü park var. Bizde yeşil korunmadığından insan şaşırıyor.

Los Roques
Latin Amerika'nın en üst bölümünde. Etrafında da gidilecek, gezilecek, görülecek yerleri oldukça fazla. Küba'ya gidin, Miami yakın. Panama, Dominik Cumhuriyeti, Peru, Brezilya, Meksika.... Karaip Denizi'nde adaları var. Muhteşem ötesi yerler. Özellikle Ros Roques gidilesi, görülesi bir yer. Milli Park olarak kabul etmişler zaten. Doğaya gerçekten saygılılar. Bizde olsa çoktan mahvetmiştik demekten alıkoyamıyorum kendimi. Tucacas'taki milli parklar da Los Roques kadar olmasa da arabayla 4 saatlik mesafede oldukları için tercih edilebilirler. Çok büyük bir ülke, Amazon ormanları orta bölümünde yer alıyor. Amazon bölgesini görebilmek için Kanaima'ya gidebilirsiniz, şimşekleriyle ünlü Katatumba'ya gidebilirsiniz.

Gezme konusunda sıkıntı yaşamazsınız. Çoluk çocuk da yoksa, burası tam bir cennet. Biz çok gezemedik, siz gezin diye söylüyorum.
Los Roques

İnsanları çok sakin. Kimse kimseyle trafikte kavga etmiyor, bağırmıyor. Yayalara saygılılar. Sabırlılar. Çocukları dışarıya çıkarmayı seviyorlar. Hatta hastane çıkışından gelmişler diye düşündüğüm minnacık bebekler incecik kıyafetlerle dışarıdalar. Klimalı ortammış, aman üşütürmüş, dışarıda sivrisinek varmış. Kasmıyorlar.

Dış görünüşe çok özen gösteriyorlar. Estetik ameliyatları seviyorlar. Burada daha uygun fiyatları. Memesine, bir de poposuna slikon taktırmayan yok gibi. Burun yaptırmak, saç ektirmek, bir de diş teli takmak onlar için çok gerekli. Varsın dünya yıkılsın, ama dişleri inci gibi olsun.

Kızları bakımlı, güzel. Ama her sene güzellik yarışmalarında birinciliği alacak kadar mı güzeller bilemedim. Kıskançlığımdan söylemiyorum. Varsa bile, estetik harikası olduklarını da biliyorum. Ama vücut yapıları güzel. Slikon popo yaptırmalarına gerek yok ki, beller incecik, kalçalar dolgun. Genetik olarak öyleler. Seksi giyinmeyi seviyorlar. Tayt milli kıyafetleri. Kilolusu, incesi, yaşlısı, genci fark etmez, o tayt giyilecek ve mümkünse üstü kısa olacak ki popo dışarıda kalsın. Kimse kimseye de bakmıyor. Onlara bakan bir çift göz varsa o da benimdir herhalde. Alışık değilim bu kadar özgüvenli insan görmeye. Sırf kıyafet konusunda değil, her konuda özgüvenleri tam. Yürüyüşleri harika. Çene yukarıda, dünyaları ben yarattım der gibi süzülüyorlar dışarıda. Bu kadar rahat giyinmeye, taciz ve tecavüz vakaları da yüksek diye düşünüyorsunuzdur değil mi? Başka bir yerde olsalar maalesef evet ama burada yok denecek kadar az. Bu konuda onları takdir etmemek mümkün değil.

Restoranlarında fiyat sormadan rahatlıkla yemek yiyebilirsiniz. Çünkü liranın değerli olduğu tek yer burası. Dolarınız varsa yaşadınız. Sizin zengin sayıldığınız bir yer.

Havası müthiş, iklimi müthiş, insanları sakin, ucuz..... Sadece bu kısmı yazıp bıraksam hepinizin burayı görmek istediğini duyar gibiyim.

Ama bu yazı sadece Venezuela'ya giriş yazısı. Anlatmakla bitmez. O kadar çok şey var ki kafamda nereden başlayacağımı bilemiyorum. Giriş, gelişme, sonuç gibi yazmaya karar verdim ben de. Eleştiri metodu olarak sandviç yöntemini duydunuz mu hiç? Sandviç yöntemi vakti zamanında bana çok uygulanmıştı öğretmen olarak çalıştığım bir özel okulda. Eleştirmenin, karşı tarafı incitmeden söylenmeye çalışılması. Biraz riyakar da gelse zaman zaman, şu anda burayı anlatırken başka bir anlatım şekli gelmiyor aklıma. Dan diye giriş yaparak korkutmak istemem. Merak etmeyin, sandviçin en altında yine besleyici, güzel bir ekmek dilimi daha var. Hikayeyi mutlu sonla bitmiş gibi yapacağım. Sandviçin mayonezli, ketçaplı, baharatlı, orta bölümü için sizleri diğer yazılara bekliyorum. Acıyı da seviyorsanız, tam ağzınıza layık.













Not: Fotoğraflar şu sitelerden alınmıştır:

http://theyrecallingtome.com/2014/04/16/venezuela-before-the-world-collapsed/
https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Ara_ararauna_-Parque_del_Este,_Caracas,_Venezuela_-eating-8.jpg
http://lagranciudad.net/home/falta-de-paramedicos-y-vigilantes-cobra-victimas-en-parque-del-este/
http://nextstop.com.ve/viajar-a-los-roques-turismo-en-venezuela/
http://wanderingtrader.com/venezuela/best-things-to-do-in-venezuela-tourist-attractions/




















9 Nisan 2014 Çarşamba

ŞİMALE, HAZAR KIYILARINA YOLCULUK


Bizde tatil deyince nasıl güney aklımıza geliyorsa, İran’da yaşayanlar için de şimal yani kuzey aynı anlamı ifade ediyor. Karadeniz iklimine ve doğasına çok benziyor. Biz de tüm kıyıları gezemeyecek olsak da, kendimize bir rota çizdik ve düştük yollara...

İran’da bir eyelet sistemi var. Kaldığımız süre boyunca, Doğu Azerbaycan, Kazvin, Erdebil, Zencan ve Gilan eyaletlerinin merkezlerini görme fırsatımız oldu. Doğu Azerbaycan’ın merkezi Tebriz, Gilan’ınki Reşd, diğerlerinin ise eyelet isimleriyle aynı.

İran'daki eyaletler

Hazar gezimizin rotası
                                                Hazar kıyılarına yaptığımız yolculuk sırasında diğer eyaletlerin bazılarını da gördük. Yolculuk uzun ve trafiğin keşmekeşinde biraz zor. Müthiş bir araç trafiği var. Trafik lambaları var ama her yönden araçlar durmayacaklarmış gibi ilerliyorlar. Nasıl geçeceğiz diye panik yaparken, gideceğin yönü belli ettiğin anda o yöndeki bütün araçlar yol veriyor. Bizde böyle bir durum görmek pek mümkün değil. Yol benim, geçemezsin, arayı kapatayım araç girmesinler yok. Bağıran, çağıran, korna çalan yok. Sanki yazılı olmayan bir trafik kanunu var ve tıkırında işliyor. Bir sure sonra alışıyorsunuz zaten. Yol boyunca bir kaç trafik kazasına şahit olduk. Can kaybı yoktu. Araçlarda çok hasar olmuş olsa bile, insanların sinirlenmemesini ve sakince “Bağışla” diyerek arabalarına binip gitmelerini ömrüm boyunca unutamayacağım. Levyelerin çıkmasını, bağrış çağrışların yükselmesini, insanların birbirini boğazlamasını bekledim. Alışık olduğum manzara buydu çünkü. Sakin tavırlarına hayran kaldım.

Bir de tam bir polis devleti olduğunu anladım. Her yerleşim biriminin öncesinde ve sonrasında yollarda rampalar oluyor. Mecburen yavaşlayıp polis kontrolünden geçiyorsunuz. Bu rampalara gerçekten dikkat edin, hiç tahmin etmediğiniz yerlerde de karşınıza çıkabiliyor. Polisler kuralların sıkı takipçisi. Tebriz’de bu konuda bir sıkıntı yaşamadığımız halde, dönüş yolunda gecenin bir yarısı polis tarafından durdurulduk. Kurallara uymamışız. Hatalı sollama yapmışız. Plaka yabancı olduğu için de durdurmuş olabilirler. Türk olduğumuzu, konsolosluğa dönemiz gerektiğini söyledikten sonra, arabayı alıkoymayla ilgili şakalar yaptılar ama en fazla beş dakika sonra gönderdiler.

Yol boyunca tuvalet ihtiyacınızı karşılamak isterseniz, temiz bir tuvalet bulmayı beklemeyin. Türkiye’de en çok neyi özledin deseler, tuvaletlerini derim. Maalesef bu konuda en turistik yerde bile sıkıntı yaşayabilirsiniz.Bu notu da ekledikten sonra artık yolculuğa başlayabiliriz. 

Astara'nın sisli tepelerine doğru yola çıktık. Geçtiğimiz güzergahtaki yerleşim birimlerinin renkliliği dikkatimi çekti. Çatılar rengarenk. Kurallardan ve baskıdan bunaldıkları için, bu şekilde bir dışa vurum yapıyorlar belki de. Pembe, sarı, yeşil, morun en fosforlusundan boyanmış çatılar, duvarlar bana göre çok güzeldi.


İlk durağımız Astara oldu. Buraya gitmeyi planlıyorsanız, teleferiğin çalıştığı zamana denk getirmeye çalışın. Kışın çalışmıyor. Tepeye çıktığınızda Tebriz’in kızıl dağlarından sonra alabildiğine yeşil görüyorsunuz. Havası çok temiz. Piknik yapmayı seven İran halkı çadırlarını kuruyorlar. Çadırlardan bazılarının Türk malı olduğunu gördüm. (Alışveriş için sık sık Türkiye'ye gidiyorlar.) Pikniği her yerde yapabilirler. Yol kenarında gördükleri bir tutam çim üzerinde dahi bu mümkün. Astara’da da bizim arabayı park ettiğimiz yerin hemen yanına kurdular. Aslında bu alışkanlıkları hoşuma gidiyor. Havaların iyi gittiği her günü aileleriyle birlikte vakit geçirmek için fırsat biliyorlar.


Astara'daki teleferik
Astara'da teleferik

Astara'da bahar

Astara'da kış
Yol kenarında piknik yapan aileler

Piknik yapan aileler



Yollarda, farklı olan her şey dikkatimi çekti. Tıpkı bu kamyon arkasında olduğu gibi. Türkiye'de hiçbir kamyoncu kasasına miki resmi koymaz!  :) Bunun da hayatı renklendirme çabası olduğunu düşünüyorum.



Teleferik ziyaretinden sonra Astara'nın sahiline indik. Burada'da herkes dışarıda piknik yapıyordu sanki. Denizi çok temiz değildi. Sahil de öyle. Hatta çer çöpün içine kurulmuş çadırlar da vadır. Sahilin insanlara verdiği rahatlık göze çarpıyordu. Sevgililer kayık sefasında, gençler kızlı erkekli dolaşıyor, aileler tıpkı bizdeki gibi mangal keyfindeydi. 

Astara sahili

Astara sahili

Astara sahili
Biz de sahilin büyüsüne kapılıp çay molası verdik. Denize çok yakın olan masalardan birine geçer geçmez birisi koşuverdi. Türkiye'den geldik dememizle beraber yüzler daha da gülümsedi. Koca bir demlik çay bitiverdi masada. Çaycı amcayla sıcak bir sohbete daldık. Etrafımıza gençler de geldi. Fotoğraf makinelerimiz dikkatlerini çekti. İran'da şaşırmayacağınız bir soru: "Neçedir?" Fiyat sorup, kendi ülkeleriyle kıyaslama yapmaya bayılıyorlar. Çayla ısındıktan sonra, biraz fotoğraf çektik. Gençlerin ATV motorlarıyla eğlencelerine tanık olduk ve yine düştük yollara...

Astara sahili

Astara sahili

Astara sahili

Sonraki durağımız İran’ın kuzey doğusunun uç noktası olan Erdebil şehriydi. Erdebil şehrinden sonra artık Azerice konuşulan bölgelerin sonuna geliyorsunuz. Erdebil’in balı meşhur. Bal almak için çarşıda durduk ve  bir aile yanımıza geldi. Sohbet etmek istiyorlardı. Erdebil’den Antalya’ya kaç km? Kaç saatte gidilir? Bizim plakamız hangi kente ait? gibi sorular. Elimizden geldiğince cevaplamaya çalıştık. Balı aldığımız amca emekli bir öğretmendi. Balın gerçek bal olup olmadığını sorduğumuzda bize çok dürüst cevaplar verdi.” Kim der ki bu bal tamamen tabiidir, o kişi yalan söyler.” 
İçine şeker katmıyormuş ama petek bal mumundanmış. Dürüstlüğüyle bizi etkileyen amcamız bize çay da ısmarladı. Sıcakkanlı ve misafirperverlikleriyle beni yine şaşırtmadılar. Yolumuz uzun, istikamet Reşt dedik ve amcaya veda ettik. 

Azerbaycan sınırına çok yakın bir yerden de geçtik. Bir taraf dikenli tellerle çevrilmiş, diğer taraf ise orman...


Azerbaycan-İran sınırı

Erdebil-Reşd arasındaki yolu gündüz gitmenizi tavsiye ediyorum. Doğası gerçekten çok güzel.

Gilan Bölgesi, İran’ın kuzeyinde, Hazar Denizi boyunca uzanan eyaleti. Baş şehri de Reşt kenti. Astara’da ve Erdebil’de Türkçe konuşabildiğimiz halde, yukarı doğru çıktıkça konuşamadık. Duyduğum dil Kürtçe’ye çok benzerdi. Sonra öğrendim ki, bu eyalette İrani dillerden Gilekçe ve Talişçe konuşuluyor. Bu diller Kürt dillerinden özellikle Zazaki ile benzerlikler içeriyor. Talişler genellikle yüksek yerlerdeki köylerde yaşıyorlarmış. Mezhep olarak Gilekler Şii, Talişler ise ağırlıklı olarak Sünni mezhebine tabilermiş. Daha önceleri eyaletin ismi; Gilan & Talişistan iken Talişlere karşı yapılan asimilasyon politikalarına paralel olarak eyaletin ismi de sadece ‘Gilan’ olarak değiştirilmiş. Talişler zorunlu göçe maruz bırakılmış ve Talişlerin köylerine Şii Azeri ve Gilekler yerleştirilmiş. Benzer asimilasyon politikaları İran’ın her tarafında diğer Sünni halklara da uygulanıyor. Tıpkı Sünni Türkmen, Kürt ve Beluçilere yapıldığı gibi.

Gilan Bölgesi iklim olarak Türkiye’deki Doğu Karadeniz Bölgesi gibi. Hatta insanları da Doğu Karadeniz insanına da benziyordu.

Her yönden çok benziyordu bizim Karadeniz’e. Yoğun olarak çay bahçeleri vardı. Bol yağışlı ve serin olduğu için özellikle yaz aylarında ülkenin diğer bölgelerinden turist akınına uğruyormuş. Yakın olması sebebiyle hafta sonları Tahranlıların akın ettiği yermiş aynı zamanda. Çadırını alan buraya kamp kurmaya geliyormuş. (Doğa manzarasını izlemek için çok ideal kamp yerleri var, tavsiye edilir.)

Kuzeye doğru çıktıkça, sosyal anlamda rahatladıklarına şahit olduk.(sahil etkisi) Parklarda genç erkekler ve kızlar gitar eşliğinde şarkılar söyleyip eğlenebiliyorlar ve buna itiraz eden kimseler gözükmüyordu ortalıklarda. Burası İran’ın en rutubetli şehirlerinden. Akşam kalmayı planlıyorsanız, kıyafetlerinizi ve kalacak yeri buna göre ayarlamanızı tavsiye ederim.

Reşt şehir merkezinde gezilecek yerler az. Asıl gezilecek yerler şehrin dışında. Onun için uygun bir fiyata bir taksiciyle anlaşabilirsiniz. Bu bölge için muhakkak bir araç tahsis edilmeli. Hem çok yağışlı olması sebebiyle hem de gezilecek yerlerin birbirlerine uzak olması bunu zorunlu kılıyor. Aksi taktirde bir Masouleh köyüne gitmek için saatlerce köyün minibüsünü bekleyebilirsiniz.
Biz arabamızla Anzali’ye ve Masouleh köyüne gittik.

Gezilecek yerler:
- Khaher-e Emam Reza : Şiilerce kutsal kabul edilen, Şii imamlarından İmam Rıza’nın kız kardeşlerinden birinin medfun olduğu yerdir. (Gitmeniz çok da gerekli değil.)
- Park-e Mellat: Bu şehir parklarıyla meşhur. Ve bu parkların en güzeli de bu park. Burada yerel insanlarla sohbet edebilirsiniz.
- Anzali : Burası şehrin dışındaki Hazar Denizine kıyısı olan kasabası. 1.5 – 2 saat sürüyor.
- Masouleh Köyü: Çok yoğun yerel turist alıyor. Otantik bir Karadeniz köyü gibi. Masouleh’de Glekçe değil de Taliş dili konuşuluyor. Her dem üzerinde sislerin olduğu, yağmurun eksik olmadığı bir köy.

- Şehir Merkezinin Dışındaki diğer yerler: Lahican, Deilaman, Lonak (Ormanı ve dağ manzarası güzelmiş) ve Ruthan Kalesi gidilebilecek diğer yerler.

ANZALİ

Anzali, çok güzel bir sahil kenti. Aynı zamanda işlek bir liman. Biz sahildeki Pars Otel'de kaldık. Türkçe ve İngilizce anlaşmak oldukça zor. Kahvaltı dahil mi değil mi öğrenebilmek için epey çaba sarf ettik. Otel fiyatı oldukça makul. Çok konforlu değil ama denize bakan bir oda olması bize yetiyor. 

Odadan manzarayı şuradan izleyebilirsiniz. 

Link:  http://www.youtube.com/watch?v=b_tq9ln9smQ&feature=youtu.be

Sahilde insanlar yürüyüş yapıyorlardı. Sıra sıra bir sürü kafe vardı ve gençler hep birlikte oturup nargile içiyorlardı. Kızlar dahil. Gördüğüm manzara karşısında şaşırdım aslında. Kıyafetler dışında her şey Türkiye'de olduğu gibiydi. Sahilde çekirdek çitletenler manzaranın tadını çıkarıyorlardı. Neşeli, rahat,  cıvıl cıvıl bir sahil kentiydi. Kebaplar harikaydı. Ne yiyeceğimize karar veremedik. Türkçe bilen birisini bulmak Tebriz'deki gibi kolay değildi tabi. Allah'tan mutfakta çalışan birisi Azeriymiş. Derdimize derman oldu. Balığı meşhurmuş dediler ama, kebap kokularının etkisiyle tercihimizi kebaptan yana kullandık. 

O gece güzel bir uyku çektikten sonra, ertesi gün erkenden Masouleh köyünün yolunu tuttuk. Hava biraz yağmurluydu. Mis gibi toprak kokusunu çekerek köye vardık. Yol boyunca yeşilin binbir tonu, çay bahçeleri, şelaleler ile tam bir görsel ziyafet yaşadık. Bu köyün özelliği evlerin yapılış biçimiydi. Her evin çatısı, diğer evin bahçesini oluşturuyordu. Kimse kimsenin manzarasını kapatmıyordu. Dik merdivenlerle evlerin arasında ilerledik. (Uygun bir ayakkabıyla gelin. Yorucu bir çıkışı var.)
Çatılarda volta atan erkekler, sisten zar zor seçilebiliyorlardı. Bir caminin tüm avlusu şehitlik biçimindeydi. (Şehitlerine gerçekten de çok değer veriyorlar.) Restoranları, hediyelik eşya satıcıları ile tipik turistik bir yer. Orada epey vakit geçirdik. Şamil kebabı denedik. Oldukça leziz. Masouleh köyü ile ilgili bir videoyu aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. 

http://www.youtube.com/watch?v=-53vlUOgoe0

İniş kolay. Karadeniz'de olduğumuzu bize hissettiren Masouleh'e teşekkürlerimizi sunarak Kazvin ve Zenjan üzerinden Tebriz'e geri döndük. Yolunuz bir gün İran'a düşerse, mutlaka Hazar kıyılarına uğrayın. Hepinize iyi gezmeler... 



Masouleh köyü yolu

Masouleh köyü yolu


Masouleh köyü yolu

Masouleh köyü yolu

Masouleh köyü yolu

Masouleh köyü yolu

Masouleh yolu üzerindeki çay bahçeleri

Masouleh köyü sokakları

Masouleh köyü sokakları

Çatılarda volta atan insanlar



Masouleh köyü sokakları


Masouleh köyü evleri

Masouleh köyü sokakları




Evlerin hepsi kerpiç


Masouleh köyü sokakları

Masouleh köyü sokakları

Çatılarda volta atanlar







Bir caminin şehitlik olan avlusu





















Not: Sisli bir zamanda gittiğimiz için, çok net fotolar çekemedik. en alttaki 4 fotoğrafı internetten buldum. Bilginize...