Eşimle birlikte yurtdışına ilk çıkışımız İran'a oldu. Bir buçuk ay
önce Tebriz'e görevi sebebiyle gitti ve sağ olsun her şeyi ayarladı. Artık Tebriz'de
kalacak bir evimiz var.
Bir buçuk ay süren ayrılığı geride bırakıp İran'a en yakın sınır kapısına varmak için Iğdır'a yola çıktım. İki saat süren bir uçak yolculuğundan sonra Iğdır havalimanına vardım. Iğdır’a ikinci gelişim. Daha önce eşimi uğurlamak için gelmiştim. Arabayla uzun bir mesafe. Ankara’dan tam on dört buçuk saatte gelebilmiştik. Çok şükür ki bu kez uçakla geldim. Kocacığımla uzun bir ayrılık yaşadığımız için, hava alanından itibaren bir romantizm havası bizi etkisi altına aldı. Bakışmalara ara vermek lazımdı çünkü önümüzde uzun bir yol vardı.
Iğdır havasıyla beni yine şaşırttı. İzmir'den farksız. Bunu ikinci kez deneyimlemiş olsam da Türkiye'nin neredeyse en doğusundaki kentin iklimini kabul etmiyor beynim. Ceket fazla geliyor.
Gelişimiz Aşura yasına denk geldi. Meydanda büyük bir çadır kurulmuş, Hz. Hüseyin şehit olduğu için yas tutuluyordu. Hoparlörlerle ilahiler okunuyordu.
Bir buçuk ay süren ayrılığı geride bırakıp İran'a en yakın sınır kapısına varmak için Iğdır'a yola çıktım. İki saat süren bir uçak yolculuğundan sonra Iğdır havalimanına vardım. Iğdır’a ikinci gelişim. Daha önce eşimi uğurlamak için gelmiştim. Arabayla uzun bir mesafe. Ankara’dan tam on dört buçuk saatte gelebilmiştik. Çok şükür ki bu kez uçakla geldim. Kocacığımla uzun bir ayrılık yaşadığımız için, hava alanından itibaren bir romantizm havası bizi etkisi altına aldı. Bakışmalara ara vermek lazımdı çünkü önümüzde uzun bir yol vardı.
Iğdır havasıyla beni yine şaşırttı. İzmir'den farksız. Bunu ikinci kez deneyimlemiş olsam da Türkiye'nin neredeyse en doğusundaki kentin iklimini kabul etmiyor beynim. Ceket fazla geliyor.
Gelişimiz Aşura yasına denk geldi. Meydanda büyük bir çadır kurulmuş, Hz. Hüseyin şehit olduğu için yas tutuluyordu. Hoparlörlerle ilahiler okunuyordu.
(Bakınız;
Kerbela Olayı: Miladi 10 Ekim 680 tarihinde, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbelâ şehrinde, Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile Emevi halifesi I. Yezid'e bağlı ordu arasında cereyan etmiştir. Bu
savaş Şiî ve Alevî inanışının
belkemiğini oluşturan en önemli olaylardan biridir. Muhammed'in
kızı Fatıma'nın
Muhammed’in kuzeni
Ali'den olma oğlu İmam Hüseyin'in ölümü, Şiîlerce her
sene Aşûre Günü'nde
yâd edilir. -Kaynak wikipedia)
Iğdır'da Aşura Hazırlıkları |
Bir saatlik yemek molasından
sonra Doğu Beyazıd üzerinden sınıra doğru yola çıktık. Iğdır’dan Gürbulak sınır kapısı sadece 80km.
Gece yolculuk yapmayı hiç sevmem. Ama mecburduk. Sınırdan Tebriz’e 275 km’yi
gece gitmek durumundaydık. Hava
kararmadan, Ağrı Dağı’nın eteğindeki yolda ilerlerken, karlı tepelerini selamladık.
Ağrı Dağı |
Türkiye tarafında duble
yollarla ilerledik hep. Yollar altımızda kayarken, kuyruk olmuş tırları görünce,
sınıra yaklaştığımızı anladık. Belki de günlerce burada bekliyorlardı. Tır
şoförlerinin karnını doyurmak için gezen köfteciler vardı. Çoğu aşağı inmiş,
sigara tellendiriyordu. Onları arkamızda bırakarak, bozulmaya başlayan yollarda
ilerledik. Türkiye sınırına girerken iki üç tane kocaman demir kapılardan
transit geçtik. Görevlilerin olduğu bölüme geldiğimizde arabalardan indik ve
pasaport işlerimizi hallettik. Görevlilerden biri bizimle ilgilenirken, diğer
ikisi de playstationda futbol oynuyorlardı. Bütün gün orada durmak sıkıcı olsa
gerek…
Gürbulak Sınır Kapısı |
Gürbulak sınır kapısında İran tarafı |
İran sınırına girmeden
hemen önce kalçamı kapatan ceketimi giydim ve İran usulü türbanımı da başıma
geçirdim. Görevliler Azeri Türkçe’si konuştukları için çoğu şeyi
anlayabiliyorsunuz.
İlk girişte arabanın her yerini didik didik aradılar. ”Hanım da insin” dediler indik. Tekrar pasaport kontrolüne gittik. İkinci girişte aramadılar. Eşim sadece “Hanımın eşyaları” dedi. Formaliteden işlerle oraya git, mühür bastır gibi bir sürü ıvır zıvır şeylerle sınırdan hemen geçemedik. Bende acayip bir heyecan vardı. Türkiye’de türban taksam belki bu kadar gerçekçi olmayacaktı. Sonuçta şeriatla yönetilen bir ülkeye giriyordum. Gerçi eşim o kadar korkulacak bir şey olmadığını anlatmıştı ama yine de ilk olmasının verdiği korkuyla karışık bir his yaşadım.
İlk girişte arabanın her yerini didik didik aradılar. ”Hanım da insin” dediler indik. Tekrar pasaport kontrolüne gittik. İkinci girişte aramadılar. Eşim sadece “Hanımın eşyaları” dedi. Formaliteden işlerle oraya git, mühür bastır gibi bir sürü ıvır zıvır şeylerle sınırdan hemen geçemedik. Bende acayip bir heyecan vardı. Türkiye’de türban taksam belki bu kadar gerçekçi olmayacaktı. Sonuçta şeriatla yönetilen bir ülkeye giriyordum. Gerçi eşim o kadar korkulacak bir şey olmadığını anlatmıştı ama yine de ilk olmasının verdiği korkuyla karışık bir his yaşadım.
Sınırların ülkelerin
vitrinleri olduğu düşünürsek, İran tarafının çok bakımsız olduğunu
söyleyebilirim. Yine de önyargı geliştirmek istemiyordum. Yarım saatlik bir
oyalanmadan sonra nihayet İran’daydık. Sağıma soluma bakmaktan örtüyü unutuyordum.
Alışmamışım sonuçta. Eşimle buluşmadan önce çektirdiğim fönün bir anlamı kalmadı,
kayıveriyordu saçımdan ya da nerede olduğumu unutup, kendim çekiyordum.
Arabanın içinde bir sorun yoktu neyse ki.
Tebriz’e kadar Bazargan, Maku,
Marand ve Sofian adı altında yerleşim yerlerinden geçtik. Gece olduğu için çok
detaylı göremiyordum. Sokaklar boştu. Evler kutu gibiydi. Hani çocukluğumuzda
çizdiğimiz apartmanlar var ya, balkonsuz, aynı onlar gibi.
Yolları geçerken, bir film setinde olduğuna inanıyor insan. Bazı evlerin camları yarısına kadar buzlu cam. Açık perdeli bir ev yok. Dükkanlar çok komik. Tabelaları sadece ışıklı panolardan oluşuyor. Farsça yazılar kırmızı ışıklarla çevrelenmiş, yanıp sönüyorlar. Farsçayı bilmediğim için, o yazılar bana birer motifmiş gibi geldi ve resimsiz, yanar döner reklamcılıkları hoşuma gitti.
Yolları geçerken, bir film setinde olduğuna inanıyor insan. Bazı evlerin camları yarısına kadar buzlu cam. Açık perdeli bir ev yok. Dükkanlar çok komik. Tabelaları sadece ışıklı panolardan oluşuyor. Farsça yazılar kırmızı ışıklarla çevrelenmiş, yanıp sönüyorlar. Farsçayı bilmediğim için, o yazılar bana birer motifmiş gibi geldi ve resimsiz, yanar döner reklamcılıkları hoşuma gitti.
Desenlerle bezenmiş dükkânları
geçtik birer birer. Tabela asmayı da sevmiyorlar herhalde. Fabrikaların, dükkânların
dış yüzleri kendini ifade etmeye çalışan yazılarla dolu. Bir çeşit grafitiye
benzettik ikimiz de. Yollar İran bayrağının renkleri olan yeşil, beyaz, kırmızı
neon ışıklarıyla adeta bir bayram yeri. Yol boyunca evlerin çoğunun önündeki
giriş lambaları kırmızı ya da mavi lambalı. Sanki gece kulüplerinin olduğu bir
yere gelmiş gibi hissettik. Geceyi donatan renklerin arasından geçerken, Türk
kamyoncular için kalacak yer ve yiyecek temin eden “Cevat’ın Yeri”, “Abbas’ın Yeri” gibi dükkânlar
da dikkatimi çekti. Eşim uzun bir günün sonunda dinlenmem gerektiğini söylese
de, tek bir saniye bile gözlerimi kapatmak istemedim. Pür dikkat trafik
levhalarındaki latince yazıları da takip ederek Tebriz yazısını görünce
heyecanlanıveriyordum.
Bende zaten gezme konusunda çocuksu bir taraf var. Yeni bir ülke ve insanların turistik gezi bile yapmayı düşünmediği coğrafyalar olunca heyecanımı gizlemem mümkün değil. ( Şafak Pavey’den alıntıdır :) )
Bende zaten gezme konusunda çocuksu bir taraf var. Yeni bir ülke ve insanların turistik gezi bile yapmayı düşünmediği coğrafyalar olunca heyecanımı gizlemem mümkün değil. ( Şafak Pavey’den alıntıdır :) )
Yolları kaybetmek de mümkündü. Çünkü tabelaların çoğu Farsça. Okuma
yazma bilmeyenlere gerçekten üzüldüm. Çünkü ben de hiçbir şeyi okuyamadığım
için kendimi kötü hissettim. Tüm hayatımı bu şekilde geçirebileceğimi düşünemem
doğrusu. Tebriz’de uzun süre kalmamız gerekirse, Farsça kursuna gitme hayalleri
kurdum.
Yol uzundu. İhtiyaç molası
için yerler gördük tabelalarda. Renkli renkli gece kulübünü andıran yerlerden
birine kırdık direksiyonu. Benim de kullanabileceğim bir tuvalet bulamadık.
Restoran yazıyordu ama kapalıydı çoğu yer. Bir süre daha ilerledik. En sonunda
dayanamayıp, tır şoförlerinin park ettiği bir restorana girmeye karar verdik.
Ben çekinerek arabada bekledim. Eşim içeri girdi. İnsanlara derdini anlatmaya
çalışıyordu. İçerde ne kadar insan varsa başına toplandı. Durumu anlamaya
çalışıyordum. Bir beş dakika kadar sonra elinde bir demlik çayla dışarı çıktı. Onunla birlikte içerideki adamlar da arabaya doğru geldiler. Ben de arabadan dışarı çıktım.” Hoş
geldin yenge” diye karşılaşınca epey şaşırdım. Türkiye’den gelen tır şoförlerinin
konakladığı bir yermiş burası. Ne şanslıyız onlarla karşılaştığımız için!
Ankara’dan, Eskişehir’den, İstanbul’dan mal yükleyip düşmüşler yollara. Türki
Cumhuriyetlere mal taşıyanlar yaşadıklarını anlatmaya başladılar.
Türkmenistan’da dikta rejimi olduğu için tır şoförleri çok zorlanıyorlarmış.
Trafik kontrollerini abartılı buluyorlarmış, çok bekletiliyorlarmış. Rüşvet de
cabası.
Bir taraftan çayımızı
yudumlarken, diğer taraftan Gürcistan’daki bir meslektaşlarının kandırılış
hikayesine kulak veriyorduk. İçerde iki sene yatmak durumunda kalan arkadaşları
için epey üzgündüler. Bir ay evlerinden ayrı kalmanın zorluklarından da
bahsettiler. Hatta bizim de artık onlara benzediğimizi söylerken gülüştük. İran’da
hiçbir problem yaşamayacağımızın da altını çizdiler özellikle. İki soda ve
tırlarından getirdikleri bisküvileri de yanımıza yolluk yaptılar.
Yabancı yerlerde kendi
insanını gördüğünde, kendini güvende hissediyorsun. Aynı havayı solumak,
yabancılaşmayı azaltıyor sanki. Siyasi görüş, farklı kentler, her şeyin
üzerinde bir derinlikle koyu bir sohbete dalabiliyorsun. Sahipleniyorsun ve
sahipleniliyorsun fark etmeden. Babacan tır şoförü amcalarla vedalaşıp, ışıklı
yollara doğru düştük yeniden.
Yol akarken, onları düşündüm. İnsanlarla iletişim kurmayı severim. Keşke ışık ve zaman uygun olsaydı, foto röportaj tadında bir çalışma yapabilseydim diye geçirdim içimden. Daha ne hikayeler, ne kareler çıkardı tır şoförlerinden. Kendi yolumuza devam ederken, yollarının açık olmasını, tez zamanda ailelerine kavuşmalarını diledim.
Yol akarken, onları düşündüm. İnsanlarla iletişim kurmayı severim. Keşke ışık ve zaman uygun olsaydı, foto röportaj tadında bir çalışma yapabilseydim diye geçirdim içimden. Daha ne hikayeler, ne kareler çıkardı tır şoförlerinden. Kendi yolumuza devam ederken, yollarının açık olmasını, tez zamanda ailelerine kavuşmalarını diledim.
Karanlığı yararak
ilerledik, ışıkların içinde büyük bir bir kent çıkıverdi önümüze.
Yaklaşırken yollar da düzelmeye başladı. Tabelalarda hem latince hem
farsça sokak isimleri de göze çarpıyordu. Geniş geniş yollardan Vali Asr
caddesine doğru süzülürken, mimarideki değişimi fark ettim. Sınırdan Tebriz’in
içine kadar olan bölgenin sosyoekonomik seviyesi farklıydı. Evler küçük, sıkışık,
dükkanların yapısı bile değişikti. Tebriz’de dükkanların tabelalarında resim
görünce sevindim nedense. Evler sarı tuğladan yapılmıştı. Çok lüks apartmanlar
vardı. Sokaklar oldukça geniş ve yollar ağaçlandırılmıştı. Anladığım kadarıyla her
yerde olduğu gibi burada da zengin ve fakir arasındaki uçurum fazlaydı.
Trafik gece olmasına
rağmen, tam bir felaketti. Kural yok. Şerit değiştirmenin bu kadarına da pes
doğrusu diyeceğim bir sürü duruma tanıklık edeceğim belliydi. Aşura sebebiyle
çok fazla sayıda insan yoktu. Siyah bez afişler üzerinde Kerbela Olayını ifade
eden resimler vardı. Saat 23.00’e yaklaşıyordu ama ilahiler kulakları burada da
doldurmaya devam ediyordu.
Homafer Meydanı’na yakın
olan evimize geldiğimizde, evlerin altındaki otoparklar dikkatimi çekti. Bu
sebeple sokaklar en azından gece daha sakin ve düzenli gözüküyordu. Tabi ki
gündüz trafiği gördüğümde bu dediğimden pişman olacaktım.
Evimizin asansörsüz
olmasına homurdanmadan(!) çıktık yukarı. Ev geniş, doğalgazlı bir şöminesi bile
var. Eşim onu ilk ve son kez yaktı. Gaz kokusundan içim bulanmaya başlayınca
kapattırdım. Beyle oryantal romantizm yaşayacağız ve de doğal gaz sudan ucuz
diye öteki dünyayı boylamaya hiç niyetim yok. Zaten önünde postaki de yoktu. :)
Uzun bir yol olmuştu.
Gözler yorgunluğa ve doğal gaza teslim...Bu kentte çok güzel günler geçireceğimizi hissederek güzel bir uyku çektik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder