İnternetten paket turlar alıp, popüler, turistik yerleri otobüslere
doluşup, verilen sınırlar içerisinde (zaman ve mekan) kalarak mı?
Ben de bir paket turu olan Venedik, Floransa, Roma gezisine
katılmıştım vakti zamanında. O tur sırasında bile, rehberden ayrılmaya
çalışıyorduk. Hatta birlikte gittiğimiz arkadaşımla birbirimizi kaybettik. İyi
ki de kaybettik demiştik sonra da. Çünkü o farklı insanlarla tanıştı, ben de
aynı şekilde. Roma’yı onların ağzından dinlemenin keyfi harikaydı.
Bir kenti tanımanın en iyi yolu, o insanların arasına karışmaktır.
Bütün duyu organlarınla hissetmelisin. İyi bir iletişim yeteneğin varsa,
evlerine girersin, birlikte bir yerlere gidersin. Hiçbir tur rehberinin
anlatamayacağı yalınlıkta anlatırlar her şeyi. Üstelik aklınızda kalan da paket
turlarda kalanlardan daha fazlasıdır. Ne kadar fazla insanla tanışırsan,
sosyokültürel anlamda farklı bilgiler edinirsin.
Tebriz’i insanıyla tanımaya çalışıyorum. Onlarla birlikte yaşıyorum.
Aynı şeyleri yaşamadık, duymadık, tatmadık ama birbirimize çok şey katıyoruz.
Bir yoga merkezine gitmeye başladım. Onlar da şaşırdılar. Merak
ettiler. Kim tavsiye etmişti acaba? Sokaklarda dolaşırken dedim, gülümsediler.
İstanbul’da yoga sayesinde hayatıma güzelliklerin akması gibi, burada da müthiş
renkli insanlarla tanıştım. Tebriz öncesine de haksızlık etmemem gerekir.
Arkadaşlarımın Tebrizli arkadaşlarıyla önceden telefonla ya da sosyal medya aracılığıyla
görüştüm. Buraya gelince de onları tanıma fırsatı buldum. Sordum ama daha çok
dinledim. Onlar da sordular. Kıyaslamadan, nazikçe dokunduk hayatlarımıza.
Kadınların ailenin direği
olduğunu, yöneten bir güce sahip olduğunu gördüm. Evde erkeklerin hanımlarına
yardımcı olduğunu, “Bir Türk’le evlenir misin?” sorusuna cevaben, “Türk
erkekleri çok kaba ve tembel. Eşlerine hiç yardımcı olmuyorlar. Evlenmem, asla!”’yı
işittim.
Kadınların iş hayatında ve
sosyal hayatta ön planda olabilmek için, erkeklerden daha çok canla başla
çalıştıklarını gözlemledim.
Spora ne kadar düşkün
olduklarını fark ettim. Yüzme, tenis, pilates, yoga, trekking, kick boks, dağcılık…
Zamanlarını çok iyi bir şekilde değerlendiriyorlar. Sebebini sorduğumda da,
yapacak daha iyi bir şey bulamadıklarını söylüyorlar. Sonuçta bizim bildiğimiz
anlamda gece hayatı yok burada.
Çoğunluğunun mollaları istemediğini anladım. Kapalıçarşı’ya giderken bindiğimiz taksinin şoförü, “Tayyip
Erdoğan’ın kafası çok büyük.” dedikten sonra “Bizi mollalar mahvetti.
Ekonomimiz çöktü.” diye ekledi. Başka birisi “Tayyip Erdoğan tilki gibi” dedi,
“Mollaları sevmiyorum. Bizi kafa olarak çok gerilettiler” diye ekledi. Yani
farklı görüşlerdeki insanlar bile aynı düşünüyorlar. Ortak yönleri ise, İbrahim
Tatlıses’i, Mustafa Sandal’ı, Ebru Gündeş’i çok sevmeleri. İbo’nun bir çeşit
mafya olduğunu, kara para akladığını söyledim, “Paranın karası olmaz” dedi
taksici kıs kıs gülerek. J
Taksicilerle muhabbeti
sevdim. Uzun yola 5000 tümen, kısa yola 2000 tümen diye pazarlık yapmayı, beni
kıramayışlarını… Taksiden inerken, bakkalda alışveriş yaparken “Konağım olun, kalsın.” demelerini sevdim. Bu,
dile ait kibar bir söylem. Ama dönmeden önce “Tamam o zaman, hadi eyvallah!” diye
para vermemeyi de bir deneme fikri geçmiyor değil hani! J
Kemal Sunal’ı, “rahmetli
bir filmde şöyle diyordu…” diyerek, sohbetlerine kattıklarını duydum şaşırarak.
Kulaktan ya da internetten öğrendiğim bilgileri düzeltmelerini seviyorum. ("Şah Gölü der misin lütfen? El değil. Çünkü bunu mollalar istiyor.")
Kulaktan ya da internetten öğrendiğim bilgileri düzeltmelerini seviyorum. ("Şah Gölü der misin lütfen? El değil. Çünkü bunu mollalar istiyor.")
Bir molla yanımızdan
geçerken, “Boyunları devrilesice!” dedik birlikte… Ya da Şiiliğe ait dini bir
ritüele saygı duydum sessizce. Aşura’daki yaslarını izledim, farklılığa,
inançlara saygı duymam gerektiğini bilerek…
Okul Ziyareti |
Tebriz’in sadece Vali Asr
muhitinden olmadığını, Tebriz’in arka sokaklarındaki hayatın bambaşka olduğunu
gördüm. Tıpkı bizim ülkemizdeki gibi. Oradaki okullardan birine yardım dağıtmak
için gittiğimizde, yoksulluğun ifadesinin aynı olduğunu gördüm masum yüzlerde.
Utangaçlıkları, çekingen bakışları dağladı yüreğimi. Lastik ayakkabıyla, en
kötüsü de ayaklarına naylon geçirerek gelen çocukların, ayakkabılara sarılışına
şahit oldum. onları gözüm buğulu izlerken, çevremdeki yardımseverlerin kanatlarını hayal ettim. Çocuklarla şakalaşmaları, “Aferin!” kelimesini sık sık
kullanmaları, sohbet edişleri, psikolog edasıyla onlara yaklaşmalarıyla ısındı
yüreğim. Yürekleri kocaman olan bu yardımseverlerin, okullara on senedir gidip
geldiğini öğrendim. Kutu kutu ayakkabı, çuval çuval kapşonları (burada monta
kapşon deniyor) nasıl büyük bir sevgiyle dağıttıklarını gördüm. Rahatsız
olmasın kimse diye, bu sefer fotoğraf makinemi kaldırdım çantaya. Olan biteni
kaydettim ruhuma…
İki adımda bir şehitler için yardım kutularına rastladım gezinirken. Yerde bulduğum 500 tümeni atıverdim içine.
İki adımda bir şehitler için yardım kutularına rastladım gezinirken. Yerde bulduğum 500 tümeni atıverdim içine.
“Yolda giderken değişik sarık
renkleri olan mollalardan birini gördüm. Renkleri ne anlam ifade ediyor?” diye
sordum. “Keşke çarpsaydın, kurtulamadık onlardan” diye şakacı bir yanıt aldım. J Beyaz, en alt
seviye molla demek. Yeşil ve siyah, on iki imamın soyundan gelenler. Siyah ise,
“Ayetullah” denilen en yüksek rütbeli mollalarınki. Ayetullahlar, Kur'anı yorumlama yeteneğine sahip kişilermiş.
Gecenin bir yarısı Hazar Denizi yakınlarından dönerken, girdiğimiz bir benzinlikte Deniz isminde bir Azeri ile karşılaşma ihtimalini seviyorum ben. Benzinlik çalışanlarının, arabamızda İbo'nun cdsi olup olmadığını sormaları gülümsetiyor beni.
Sanki kırk yıldır Türkiye'de yaşıyormuş gibi bizim siyasete hakim oluşlarına tanık olduk. Amerika'yı birlikte eleştirdik. İran'ın yüzünü biraz daha batıya çevirmesini hatta Amerika ve İngiltere ile yakınlaşmasını istiyorlardı. Konu Türkiye'ye geldiğinde ise, Amerika'nın oyununa geldiğimizi söylediler. Bu tezatı fark edince de gülüştük. Yaklaşan yanıyor desenize... :)
Sanki kırk yıldır Türkiye'de yaşıyormuş gibi bizim siyasete hakim oluşlarına tanık olduk. Amerika'yı birlikte eleştirdik. İran'ın yüzünü biraz daha batıya çevirmesini hatta Amerika ve İngiltere ile yakınlaşmasını istiyorlardı. Konu Türkiye'ye geldiğinde ise, Amerika'nın oyununa geldiğimizi söylediler. Bu tezatı fark edince de gülüştük. Yaklaşan yanıyor desenize... :)
Kadınların giyinişinin,
düşünce yapısıyla birebir ilişkili olduğunu zannettim ilkin. Çador denilen
çarşafa sarınanlar oldukça muhafazakar, sadece bir fulara benzer örtüyü başına
aksesuar olarak geçirenler gelişime açık olanlar diye düşünmüştüm.
Sonra, çarşaflı bir bayanla yan yana yoga yaptık. Dua ettik ders sonunda aynı
hislerle. Fular kullananların aşırı makyajı ve kendilerine has kaş şekillerini,
sisteme karşı gelmek için, bir çeşit gizli direniş şeklinde kullanıyor olduklarını
zannetmiştim. Kaşları aynı şekilde olmayıp, makyajsız olan bir yazar ve bir diş
hekimi ile tanıştım. Yüzlerindeki yaşanmışlık, deneyim, mütevazilik sildi
götürdü onlarla ilgili kalıplarımı.
Öğrendim ki; evlendikten sonra kadınların
soyadları değişmiyor. Çocuklar babanın soyadını alıyorlarmış. Hanımlara ve beylere
seslenilirken, soyadlarıyla sesleniliyor. Hanım Sezer, Aga Sezer gibi.
Bazen de yeni bir şeyler öğrenirken, güldürdük kendimize...Manavda limon görünce,
nasıl olsa Azericeyi de aynıdır diyerek istedik. Salatadaki tat farkını anladık ama, buranın limonu da böyleymiş diyerek, uzun bir süre kabullenerek yedik bir meyve olan Şirin Limonu. Meğer isterken, turş limon denmesi gerekiyormuş.
Homafer meydanındaki piyasa
ortamına takılmak yerine, gençler arasındaki iletişim(!) çabasını izledim. Bazen gençlerin benimle de tanışmak istediği oluyordu hani. “Hala iş varmış
sende kızııııım!” diyerek gülümsedim. J
Alışveriş yaptığım bakkal, çocuğunun Türk çizgi filmlerini izlediğini, bu sebeple çoğu zaman Türkçe konuştuğunu, onu bazen anlayamadığını söyledi sohbet ederken. :)
Azerilerin dillerini sadece kendi aralarında konuşabiliyor oluşlarındaki sınırlamaya üzüldük birlikte. Bu şekilde giderse, bir elli sene içerisinde Farsileşecekler. Konuştukları dil Azerice, Türkçe, Farsça karışımı. Yazı dili Farsça. Kendi dillerinde eğitim hakları yok. Asimilasyon yapılmaya çalışıldığının farkındalar. Evlerde sadece Türk kanallarını izliyorlar. Bu da bir çeşit kendi kültürüne yaklaşma çabası. Azeriler, Türk olduklarını söylüyorlar. Bazıları kendisine Azeri denmesinden hoşlanmıyor. Yetmiş beş milyonluk İran’da otuz beş milyon Türk yaşıyor. Ama milliyetçilik kabarmasın diye, sistem onları kontrol etmeye çalışıyor.
Azerilerin dillerini sadece kendi aralarında konuşabiliyor oluşlarındaki sınırlamaya üzüldük birlikte. Bu şekilde giderse, bir elli sene içerisinde Farsileşecekler. Konuştukları dil Azerice, Türkçe, Farsça karışımı. Yazı dili Farsça. Kendi dillerinde eğitim hakları yok. Asimilasyon yapılmaya çalışıldığının farkındalar. Evlerde sadece Türk kanallarını izliyorlar. Bu da bir çeşit kendi kültürüne yaklaşma çabası. Azeriler, Türk olduklarını söylüyorlar. Bazıları kendisine Azeri denmesinden hoşlanmıyor. Yetmiş beş milyonluk İran’da otuz beş milyon Türk yaşıyor. Ama milliyetçilik kabarmasın diye, sistem onları kontrol etmeye çalışıyor.
Sıcakkanlılıkları beni çok etkiledi. Türkler de sıcakkanlı ama İran Azerileri
kadar değil. El sıkışlarındaki güç, göz temaslarındaki
samimiyet... Ellerini bırakasım gelmiyor tokalaşırken. Hazar Denizi
taraflarında dil problemi yaşamamıza rağmen, genel anlamda İran’daki herkes çok
yardımsever. Yolunuzu bulamamanıza imkan yok.
O kadar sevdim ki onları,
bizim televizyonlarda Tebriz’li birini görsem “Vayy, bizim çocuklara bak seen!”
tepkisini veriyorum refleks olarak. Örneğin Acun’un Yetenek Sizsiniz programına
katılan Babek ve arkadaşını ezdiklerinde, HülyaAvşar ve Acun’a sinir oldum. Türkçe bilmeyen bir arkadaşıyla gelmişti. Tamam, kendilerini komik duruma da düşürdüler, orası bir gerçek ama yine de dinleselerdi,
gerçekten onları anlayabileceklerdi. Hülya Avşar “Can you speak English?”
dediğinde “Yuh!” dedim. Çünkü Azeri Türkçe’sini anlamak yerine İngilizceyi tercih etmesi çok garipti.
Sonra, Ben Bilmem Eşim Bilir programına
katılan İranlı çift, kendilerine “Azerbaycan’dan geldik.” dediklerinde dikkat
etmedim önce. Sunucu da ”Oooo, kardeş vatan “ vs deyince, İran Azerbaycan’ından,
Tebriz’den olduğunu vurguladılar. Herkes dumur olmuş bir şeklinde baktı
birbirine. İran’da Doğu ve Batı Azerbaycan eyaletleri olduğunu okumuştum.
Kendilerini ne Azeriliğe ne de İran'a dahil edemediklerini görünce, canım sıkılmıştı.
İşte ben böyle seviyorum
bir kenti. Kıyaslamıyorum birini ötekiyle. Deniz varmış, yokmuş pek ilgilendirmiyor beni. Bu şekilde hissedebiliyorum. İnsanlarını sahipleniveriyorum yaşadıkça.
Şeker Pancarı Satıcısı |
Aniden karşına çıkıveren, şeker pancarı satıcısıyla Türkçe muhabbet etmeyi seviyorum.
Yanımdan son ses Gangam Style dinleyerek hızla geçen çılgın İranlı gençleri seviyorum.(Bu şarkıyı burada da duydum ya, gözüm açık gitmem artık :))
Yanımdan son ses Gangam Style dinleyerek hızla geçen çılgın İranlı gençleri seviyorum.(Bu şarkıyı burada da duydum ya, gözüm açık gitmem artık :))
Gülümseyerek ilerlerken buram buram doğal gaz kokan sokaklarda, bir okulun çıkışına
denk geliyorum. Başları sınıflara göre farklı renklerde bağlı olan küçük
kızlara üzülmek yerine onların şakalaşmalarını, dünyanın her yerinde aynı olan
çocuksuluğu gözlemliyorum uzaktan. Her nasıl iseler öyle olduklarını kabul ederek
yürümeyi seviyorum sokak aralarında. Tıpkı bir sokak kedisi gibi her yeri
hissederek…
Sokaklara atmalısın kendini.
Kaybolmalısın bilmediğin bir memlekette.
Bir kedi gibi koklamalısın her köşeyi.
çok güzel
YanıtlaSilTeşekkürler...
SilHarika yaziyorsun arkadsim senin gozunle bakmak bir baska guzel
YanıtlaSilTeşekkürler. Artık Tebriz’de değilim. Siz Iran'da yaşıyorsunuz sanırım.
SilTeşekkürler. Artık Tebriz’de değilim. Siz Iran'da yaşıyorsunuz sanırım.
Sil