Powered By Blogger

Bumerang

22 Kasım 2016 Salı

DÜNYANIN MERKEZİ NERESİ Kİ?


Madem yazmayacagım niye blog açarım ki? Yine uzuuun bir aradan sonra herkese merhaba. Evet hala Karakas'tayız. Eşimin 2 senesi bitti, biz de oğlumla bir buçuk seneyi devirdik. Tam Caraquenia(Karakaslı) oldum burada kalmak zorunda olunca. Bir şeyler hazırlayıp konu komşuyu çağırıyorum eve. Nerede, neyi buluruz, kaç bolivar, bu konular hakkında bir karakaslıya bile bilgi verebiliyorum. Biraz daha kalsam iyice alışacağım diye korkuyorum. Şaka tabi bu son cümle.



Daha önce Karakas'ta yaşamış olan bir arkadaşım, benim yazıları görünce bana dedi ki  "Böyle hissetmene üzüldüm. Aslında ben orada yaşamayı seviyordum biliyor musun?” Halbuki buradayken o da sıklıkla şikayet ederdi. Ama uzaktan bakmak, insanın düşünce biçimini değiştiriyor. Halime çok acımış olacak ki, gidebileceğimiz bir kaç yer ismi önerdi. Ama tabi çocuklu olarak gidebilir miyiz diye hala düşünmekteyim. Niye bir aradayken paylaşılmaz ki böyle şeyler. Türkiye'de üç ay kalarak benzeri bir hissi ben de yaşadım. “Ya kıtlık falan vardı, güvenlik sıkıntısı zordu, susuzluk da çekiyorduk ama, evim orada yahu, ben gideyim.” Tabi benim böyle hissetmemi sağlayan başka kişisel olaylar da yaşadım yurdumda. Çekirdek aile olarak bir arada olunca daha iyi hissettiğime karar verip döndüm goncamın yanına.
Normal koşullarda 15 Ağustos'ta buradaki görev süremiz bitiyordu. Ama Türkiye karıştı. Darbe girişiminden sonra her şey durdu. Uzaklardan olan biteni izlemek çok zor. Televizyon da yok burada. Türk kanalları çekmiyor. Vakit buldukça internetten takip etmeye çalıştım. Darbe gecesini bir Venezuela televizyon kanalından canlı izlemek de ilginç bir deneyimdi. Anlamak zor neler oluyor..  Çok karışık... 

Kimseye bir şey de soramadık. Beklemeye aldık kendimizi. Darbe girişimi gününe kadar kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, o gece ile beraber her şey tepetaklak oldu. Gitme ümidim vardı çünkü o ana kadar. Ama nereye, ne zaman, nasıl gideceğiz tamamen belirsizliklerle dolu bir dünyamız oluverdi. Karanlık bir gölde yüzüyormuşum gibi... Neyin, nereden, nasıl geleceğini bilmiyorum. O yüzden gerginim hep. İnterneti de takip etmeyi bıraktım. Okudukça geriliyorum çünkü. 

Bir arkadaşımın önerisiyle kendimi “Black Mirror” adlı diziye verdim. Mutlaka izleyin. Bu diziden sonra sosyal ağlardan da yavaş yavaş uzaklaştım. Zaten benzeri bir kararı almıştım Türkiye'deyken. Bu uzaklaşma ve kendimle başbaşa kalma süreci, insanlarla aramdaki ilişkileri daha iyi anlamamı sağladı. Sorgulamadığım bir olguydu çünkü benim için.  Bu ifade daha doğru sanırım: Kendimi daha iyi tanımamı sağladı. Facebooktan fotoğraflarınızı koyduğunuzda, herkes likelıyor evet, ama sadece bakıyor, görmüyor. “He tamam Türkiye'deymiş, bak iyi de, görüşürüz nasıl olsa” diyerek herkes birbirini öteliyor. Havaalanındayken, "Aaa nasıl yani, gidiyor musunuz şimdi?" diyen de oldu. Tuhaftı tabi. Çok sık yapmadığım halde, Kıbrıs Şehitleri'nde yürürken, boyoz yerken bile yer bildirimimi yapmıştım aslında. Bunun anlamı, "gelin buraya, ben buradayım, herkesi çok özledim" demekti sosyal medya dilinde. Duyuramamışım demek ki yeterince. 

Türkiye'deyken dünyanın merkezinde olmadığımı anladım kısacası. Bu ne demek; yani oraya gidince herkes benimle görüşmek için can atacak zannettim ama herkesin kendine ait bir telaşı vardı ya da alışkanlıkları değişmişti. Kaldı ki, kimse de bana bu şekilde hissettirmek zorunda değil. Aynı kentteyken görüşmek daha kolaydı ya da gerekliydi ama uzaklaşınca “nasıl olsa bir gün, bir ara, bir grup buluşmasında görüşürüz”e döndü ilişki. Bir arkadaşım vardı, şimdi artık görüşmediğim birisi. Yurtdışından ne zaman dönse, kim var kim yok tanıdığı toplardı aynı mekana, yarım yamalak sohbetlerle gürültülü o ortam beni çok yorardı. Konuşamazdık ki adamakıllı. Paylaşım değildi yani bu yaptığımız. Ben de bu duruma düşmek istemedim ama  o kadar alakasız tipleri bir araya getirmesem de aynı iş grubundakilerle bir kahvaltıda buluştum, özel görüşebildiklerimizle görüştük bir şekilde. İsteyince yaratıyorsun o ortamı. Ama benim için gerçekten zordu çünkü ailem kente yakın bir köye taşınmıştı, arabalarını süremezdim çünkü oldukça eski ve köy içi bir araçtı. Çocuk olunca önceliği güvenlik alıyor tabi. Kullanmak istemedim. İnsanların beni aramalarını bekledim. İlk iki hafta telefon numaram uzun süre yurtdışında olduğumuz için kapanmıştı, onunla uğraştım. Whatsapp olmasa daha fena tabi, ama ona rağmen çoğu kişiyle iletişim kuramadım. Oradayken bu duruma üzüldüm ne yalan söyleyeyim. Görüşemediklerimin, iş arkadaşlarıyla birlikte bir pazar kahvaltısını sana tercih etmiş olmaları o zaman için beni biraz yaraladı. "Onları her zaman görebilirsin ama ben gideceğim" diyerek içerlemiştim, şimdi çok da takmıyorum. Uzakta olunca bir başına olmayı öğreniyorsun ve uzaktan bakınca(hem mekansal, hem mecazi anlamda) olan biteni affedebiliyorsun. Bir de şunu kabul etmek lazım galiba. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Uzaklaşıyorsun, benim çevrem değişiyor, onların çevresi değişiyor. Etkileşimin yönü değişiyor. Hangi kentten ayrılsam, oraya dönmek istedim hep. Çocuk gibi, aynı ortamı yakalayacağım sandım. Bunu beklemek, her zaman yaptığım gibi ilk tepkim. Ama beklememeyi öğreniyorum zamanla. Sonuçta kimse bıraktığım yerde beklemiyor. 

Diyeceksiniz ki "Niye bekliyorsun?". Bir bakıma doğru aslında ama bazen kocaman bir adıma, az bir adımla yaklaşılmasını bekliyorsun. Bu da insanoğlunun zaaflarından biri. Şimdi gitsem aynı şekilde düşünmem, ya da hissetmem. Takılırım kendi kendime, buluşabilirsek ne mutlu. "Ben geldiiim hadi beni eğleyiiin!" hissimden kurtuldum çok şükür. Yaşadığımız her olay, bize bir şeyler öğretmek için var. Ve ben de bu süreçten çok şey öğrendim. Egomu törpülemek miydi bu yaptığım ya da artık ihtiyaç duymuyorum mu bilmiyorum ama hafiflediğim kesin. 

İlginç bir durum daha vardı fark ettiğim, söylemeden geçemeyeceğim. Mesela bir blog açtım hem yalnızlığımı paylaşayım, hem de yaşadıklarımı yazarak daha iyi ifade ediyorum, eş dost haberdar olsun bunlardan(iyi ya da kötü), ben de her seferinde anlatmak zorunda kalmayayım diye. Herkese aynı şeyleri anlatmak zor gelebiliyor bazen. Hele de pek iyi bir şey yoksa. Gidiyorum bir buluşmaya, herkes bana bakıyor;
“Eeee”.
 "Ne eeesi yazdım ya bloğa. Biraz da siz anlatın, ben orada bunları yaşarken siz neler yaptınız?"
Yine dünyanın merkezinde olmadığımı anladım.(Diyeceksiniz ki hatun narsist, ikide bir bu cümleyi kuruyor, kendini bir halt zannediyormuş, oh olsun) Lafın gelişi o cümleyi kuruyorum. Yani daha çok önemseneceğimi düşünmüştüm. Bunu şu anda yazarken de drama kraliçesi psikolojisinde değilim, o an için sorgulayabileceğim bir durumdu ama şimdi dedim ya uzaktan bakınca her şey daha farklı gözüküyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Gülüp geçiyorum hatta. 

Bloğu uzun aralıklarla, dolup taşarak yazdığım için bir solukta beş sayfa yazmışım, malum günümüz insanı pek bir meşgul, vakit bulamıyor. En yakın arkadaşın da olsa okuyamıyor. Ama çok ilginç geri dönüşler de aldım, örneğin sekiz sene birlikte çalıştığımız ve o süre içinde çok da yakın ilişkiler kuramadığım bir hatun kişi, bir solukta okumuş ve bana blogla ilgili sorular soruyor, sohbet ortamı oluşuyor. Bu, diğer yakın arkadaşlarım bana değer vermiyor demek değil, biliyorum. Farklı kişilerle etkileşimlere de kapı açıyor buraya yazmam. bu da hoşuma gidiyor. Sanki içimde alan açıyorum ve herkesi orada kucaklayabilecekmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. 

Ünlü bir blogger olmak değil amacım, sadece paylaşmak. Çünkü başka bir ülkede yaşamak, eski alışkanlıklarından ve çevrenden koparak bir hayat kurmak insanı çok farklı bir psikolojiye sürüklüyor. Benim gibi sosyal bir manyak, kafayı yememek için yazmalı, ya da anlatmalı. Paylaşmalı kısacası. Dünyanın merkezinde hissetmek ve sosyal medyanın ego şişirmesi değil ihtiyacım olan. Karşılıklı, daha naif bulduğum bir etkileşim biçimi. Evet Black Mirror'dan sonra sosyal ağlardan tamamen koptum ama bloğa yazmayı daha samimi buluyorum. “Her şey çok süper, çok mutluyum, harika bir hayatım var”ı göstermek yerine, gerçeği anlatmak bana kendimi daha iyi hissettiriyor.Yaşadığım koşullar itibariyle, kendimi daha da izole hale getirmek istemiyorum. 

Bir diğer eleştiri de şuydu:  "Şikayet, şikayet! E biraz yorucuydu okumak."
Oldu. E ne anlatayım ben sana güzel kardeşim? Biliyorum sanal alem sizi hep iyi şeyler duymaya alıştırdı. Ya da herkes sizi kandırıyor hep iyiyiz, mutluyuz diyerek, ama çoğu yalan. Onlar da şikayet ediyor, sinirleniyor, kararsızlığa düşüyor. Hep iyi değil hayat facebooktaki gibi.  Burada abartmamaya çalışarak sadece gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. 

İran'da yaşarken de orası hakkındaki eleştirilere internetten cevap yetiştirmeye çalışırdım. Ya da bir arkadaş buluşmasında "Ayyy ne kötü orada yaşamak" dendiğinde, hemen orayı ve oradaki insanları savunmaya geçerdim. Tebriz'deki insanları gerçekten çok sevmiştim çünkü. Ben böyleyim. Sahipleniveriyorum hemen. Duyduklarımız, anlatılanlar da aslında doğru bildiğimiz şeyler değil. Bir de bu açıdan bakın demek istiyorum aslında.   

Venezuela'da daha uzun kaldığım için daha da bir sahiplendim evet. İnternette tanımadığım biri de şöyle bir eleştiride bulunmuş; 
"Ya tamam da sosyalizme vermişsin veriştirmişsin. Amerika'nın oyunları sayesinde sosyalizm çöküşe geçti. Bir de bebeğiniz varmış ya, o yüzden siz hassas bir dönemde orada yaşamışsınız.(Bana lohusa bunalımındasın demek istiyor aslında) Aslında orası öyle değil, güllük gülistanlık vs vs..." 
Sanki Venezuelalı anne de bebek bezi bulmada sıkıntı çekmiyormuş gibi. Burada tek şikayet eden anne ben değilim ki. Ya da onların suyu kesilmiyor, bir bize garezi Venezuela'nın. Bakın bunu tekrar tekrar söylemek istiyorum. Hiçbir düşünce yapısını savunmuyorum. Evet eskiden Küba'ya ve Venezuela'ya karşı bir sempatim vardı. Bu ülkelere laf söyletmezdim. Ama artık kimsenin tarafında değilim. Sonu -izm'le biten her şeyden tiksiniyorum. Uzaktan, kitaplardan bildiğiniz sosyalizmle, burada yaşanan, ya da daha önce bizlere farklı gösterilen her şey aslında öyle değilmiş. Çünkü ben burada yaşıyorum, insanlarla konuşuyorum. Zenginlerle de, orta sınıfla da, barrioda(varoşlar) yaşayanla da konuşuyorum. Burada yaşayan bir yabancıyım sadece ve ne gözlemliyorsam, kendi gözümden size aktarmaya çalışıyorum. Ben bir sosyal manyağım dedim ya. Sorguluyorum, merak ediyorum. Ve burada fark ettiklerimi sizlere yansıtıyorum. "İmi sisyilizm kiti diil, islindiii şiylii......" diyorsanız hala sizin bileceğiniz iş. Kimseye kötü demiyorum, sadece paylaşıyorum olanı biteni. Ben yazmaya devam etme kararı aldım. 

Az yazacağım derken yine uzadı gitti konuşma. Kısa kısa, başlıklar halinde yazmayı da öğrenmeliyim. İnsanoğlunun dikkat süresi gittikçe kısalıyor. Daha kısa sürede, kendini daha iyi ifade edebilen videolar ya da yazılar okunmaya değer bulunuyor. Bunu da öğrenmem lazım belki de, denemeye çalışacağım.
Şu anda bu kadar. Daha neleer neler var anlatacağım ama sonraki yazıya.....
Sevgiler.

Not: O kadar şikayet ettim ki buraya kimse gelmek istemez biliyorum. Ama yine de söyleyeyim THY buraya direkt uçuş başlattı. Gidiş, geliş 600 dolarcık. :-) Hani cok ozlediyseniz gelin diye söylüyorum
.

5 Nisan 2016 Salı

KARAKAS'TA SIRADAN BİR GÜN




Anlattığım tüm olumsuz şeylere rağmen, bir Karakas'lı ne yapar? Gününü nasıl geçirir?


Karakaslılar aslında güler yüzlü ve sakin insanlar. Sabah çok erken kalkarlar. Doğrudan süpermarket kuyruklarına girerler. Aralarında enteresan bir iletişim vardır. Bir gece öncesinden nereye ne gelmiş bilirler ve sıraya girecek olduklarını bilerek uyurlar.





 İşe gidecek olan da bunu yapar, işi olmayana zaten hava hoş. Kuyruklarda tüm gün bekleyebilirler. En az 5 saat. Ve kimsenin sinirlendiği görülmemiştir bu kuyruklarda. “Gracias a Dios” (Tanrı'ya teşekkürler) diyerek zikr çekerken gün çabucak akıp gider. Chavistaların çoğu zaten, “madem yemek yok, o zaman az yiyelim ne olmuş yani” kafasındadır. Muhalefet duruma öfkeli olsa da, baskı rejiminin yarattığı ortamda sinmiş durumdadır, o da sesini çıkarmadan bekler, bekler, bekler.... Kuyruklar, başka birileri için kazanç kapısıdır tabi ki. Mısır ekmeğinden yapılmış arepalar satılır köşe başlarında. Ya da perro caliente(hot dog) yemeye bayılırlar. Sosyalizmin can çekiştiği bu yalnız ülkede, Coca Cola da içilir, pepsi de, "Mc donalds gibisi yooook" diyerek hamburgerler de indirilir mideye, burger kingler de... Ama sözüm ona Venezuela her şeye karşıdır. Amerikayla bir ekonomik bağ kurmayacaktır. Kuyruklardan kafanızı kaldırdığınızda kocaman bilbordlarda şunu okuyabilirsiniz: “Miami'den mülk edinmek ister misiniz?” Bu bir şaka olmalı dersiniz önce, ama değildir. Yiyecek ekmek bulamayan Venezuelalı arkadaş, kafasını kaldırmadan kuyrukta sakince meditasyonuna devam eder. "Zengin alabilir elbette" der içinden. Adamın parası varsa niye almasın? Ama bilmez ki, bunları alabilecek gücü olan çoğu zengin aslında oy verdiği Chavistalardır. Bilir de bilmezden gelir belki de... Kulağında “yaşasın Chavez, Maduro'ya oy verin, fakirleri düşünen tek onlar!” sesleri çınlar. “Düşünmeseler, bize az paraya 2 paket pirinci kim verirdi? Gracias a Dios!”


Sonra kuyruk biter, eller poşetlerle dolar. 2 paket deterjan, 2 paket pirinç, 2 paket de şekerini alabilmenin mutluluğuyla, Hani Küba'daki eski arabaların, otobüslerin en eskisiyle, hatta ayakta durabildiğine şaştığınız araçlarla, insan istifi şeklinde binerler dolmuşlara, evlerinin yolunu tutarlar. Bu arabalar 50 yıl önce Amerikadan getirilmişlerdir. Çoğu zaman bozulurlar ve halk uzun süre bekler. Yine beklerler... 


Yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bazen Karakasın bir ucundan öteki ucuna gelebilirler. Evlerine vardıklarında belki de diğer gün nereye gitmeleri gerektiğine dair bir mesaj sesi duyarlar, bir sonraki günün hazırlığını yaparlar. Evde şekerli ekmeklerini, olgunlaşmamış muzdan yaptıkları kızartmalara ketçap dökerek ya da patatese benzeyen yuca yiyerek mideyi doldurduktan sonra açarlar tvlerini. Latin Amerika kanallarındaki tv dizilerini, şovları izlerler... Bu kanalların hepsi hükümet tarafından satın alınmışlardır. Venezuela'nın cennet gibi bir yer olduğundan bahseder. Ama tek bir radyo kanalı vardır ki gerçekleri anlatan, o da çok az kişiye ulaşır. Bu rezilliği çekenlerin çoğu, daha iki gün önce bir cahavistanın muhalefetten birisinin kafasında şişeler kırdığını duymaz. İnsanların birbirine düşürüldüğünü bilmez. Gece süpermarket önlerini dolaşan asker dolu otobüslerin, kuyruklarda geceden bekleyenleri hapse attığını bilmez, duymaz. Halk bu otobüslere drakula ismini takmıştır. Drakulalar çoğalır ama Karakaslı duymaz, görmez. Görse de konuşamaz. Yasaktır çünkü her şey. 

Kuyrukta tüm gün bekledikten sonra, evine dönmek isteyen bir hamilenin elindekileri zorla alan serserilerin, bebeğin ölümüne sebep oldugunu bilmez. 
Bağımsızlık gününde mecburen tüm gün Los Proseres'te tutulan halkın, tören boyunca chavez-venezuela marşlarında dans ettiğini izler televizyonlardan. Oysa ki ağzında  tek dişi kalmış yaşlı teyzeler, amcalar, tören bitiminde diplomatik seyircilerin üzerine doğru delice koşar. Ve neden biliyor musunuz? Onlara dağıtılan kumanyalardan kalanlara bile razıdırlar. Çünkü açtırlar. 
Keşke bu yazdıklarımın fotoğraflarını ya da videolarını sizlerle paylaşabilsem. Maalesef bunu gerçekleştiremiyorum.




Eğer haftasonu ise, cuma, cumartesi geceleri mutlaka bir partiye gidilir. Çoğunlukla ev partisidir. Ya da güvenli bir yerde gruplar halinde girip çıkarlar. Çok yüksek sesli müzik dinlerler bu partilerde. Güvenlik deyip duruyorum ama nedense bu müzikler sabaha kadar sürer. Tahmin ediyorum ki orada yatıp, sabah kalkar kalkmaz evlerinin yolunu tutarlar. Bu yüksek müzikten kimse rahatsız olmaz biz Türklerden başka. Ama uyuz olduğum için rahatsız olmuyorum. Türkiyede böyle bir gürültüyle karşılaşmadım. Genelde Regaton denen müzikler çalar. Bu regaton, latin müziğinin arabeskidir. Bazen İngilizce r&b, disko parçaları da duyarsınız. Apartmanların alt katları eğlence alanıdır. Her apartmanın giriş katı doğum günü partileri için, düğünler için kiralanır. Yine bu güvenlik sıkıntısının oluşturduğu bir çözümdür. Tanımadığınız insanların “Cumpleanos feliz” diyerek doğumgünü kutlamalarıyla çocuk uyutmak zordur bu günlerde. Çünkü kutlamalarını tüm Karakas duysun isterler. Her parti hoparlörlerle canlı yayın yapar. Yüksek sesten rahatsız olan bir komşum var evet. Ama onun latin olduğundan şüpheliyim.



Evlerde bir parti yok ise, aşıklar tepesi misali Mirador'a gelir gençler. Mirador tepesi, Valle Ariba'nın tepesindedir. Avila dağına bakar. Tüm Karakas ayaklarınızın altında. Güvenlik sorunu yoktur burada. Bu yüzden geceleri aşıkların uğrak yeridir. Yürüyüş yaparken, abooov demeden önce bi kendinize gelin. Gençtir onlar. Elbette sarılıp öpüşecekler. Siz çocuğunuzun peşinden koşmaya devam edin, ya da babaya verin o ilgilensin, dondurmacı mutlaka vardır. Kızgın kumlardan serin sulara atlayarak anın tadını çıkarın.








Burada sevdigim seylerden birisi de zil takili seyyar dondurmacilar. Her yerde karsiniza cikabilirler. Hindistan cevizi kabugunun icinde dondurma bulursaniz mutlaka yeyin. Bir de peynir saticilari. Süt yok ama süt tozu var. Onunla peynir de yapiyorlar. Pan flüt ufleyerek yollardan gecen saticilar, her seferinde baktiriyorlar kendine. Nostaljik bir yanima dokunuyor sanirim. Gece boza saticilarinin seslerinin, gunduz gevrek saticilarinin seslerine karistigi cocuklugum geliyor aklima. 



Hafta sonları kamyon kasalarına doluşup Vargas yollarını tutarlar. Vargas, Karakas'a en yakın mesafedeki sahil beldesi. Çarpık yapılaşmayla turizmin izine rastlayamazsınız. Karakas'taki zenginler orada evleri olduğuyla övünürler ama sahil kenarını talan etmiş 12 katlı apartmanların bahçesindeki miniminnacık havuzlara girince çok mutlu olurlar. Ben girmedim orada denize, girebileceğimi de zannetmiyorum. Kültür çok farklı. Bizdeki günübirlikçi formunda ama daha sıkış tepiş. Sonuç aynı: İnsan eliyle kirlenmiş sahiller.
Burada her ailenin kocaman bir buzluğu vardır. Sahil kenarına gitmeden önce içine buz alınır, biralar doldurulur ve sahil kenarında denize yakın bir yere konur. Denizin içinde sere serpe uzanarak da içerler, grup halinde muhabbet ederler. Elleriyle uzanma mesafesindeki soğutucular akşama boşalmalıdır. Çok içerler ama gerçekten çok içerler... Akşam trafiğinde dönerler evlerine. Beklerler araba kuyruklarında ama mutludurlar. Sadece güneşin ve alkolün verdiği yorgunluk vardır yüzlerinde. Regaton dinleyerek ulaşırlar evlerine...


Beslenme biçimlerinin değişik olduğunu söylemeliyim. Zaten fazlaca yağlı insanlar da bunu kanıtlar nitelikte.

Parklara bahçelere de gitmeyi severler. Çimlere yayılırlar, çocuklarıyla beyzbol oynarlar. Çünkü hava hep güzeldir. Ama tek bir açık hava restoranı bulamazsınız. Bu da güvenlik sebebiyle. Sivrisineklerden korunma yolu aynı zamanda. Herkes klimalı buz gibi ortamlarda yemek yiyebilmek için sıra bekler. Misal Las Mercedes'teki Mamamia Restorant.

Noel tabi ki çok önemlidir. Avila Dağı'nın tepesinde kocaman bir ışıklı haç yanar uzun bir süre. Evler süslenir. Haftasonu gürültüsünden de daha gürültülüdür Noel geceleri. Yerler, içerler, bağırırlar, çağırırlar. Partiler çok coşkuludur. İsa'nın doğuşunu da bu şekilde kutlamayı ihmal etmezler. Evlerin pencerelerinden bile sabaha kadar havai fişekler atılır. Yetmez, sitelerin bahçesinden de atılır. Abartısız sabah 6'ya kadar devam eder. Bebeler uyuyamaz, olsun, bu benden başka kimsenin umrunda değildir. Venezuelalı olmadığını düşündüğüm komşum bile bunun bir gelenek olduğunu düşünüyor. Kültür onların kültürü tabi, herşeyi tuhaf karşılamak da saçma.

Bebeler demişken, hastaneden çıkar çıkmaz kız bebelerin altına bez bağlanır, kafalarına çiçekli bandana takılır. Tek bir tişört ve bez giydirilmiş erkek bebeler de minicik bedenleriyle alışveriş merkezlerinde aileleriyle birlikte gezerler. Bebelerin üşüdüğünü ve dışarıda çok yorulduğunu düşündüğüm için, içim cız eder. Avmler çok soğuktur. Dışarıda hava 28 iken içerisi 14 derecedir. Benden başkası ceket giymez içeride.


Karakas çok kalabalık bir kent. Neredeyse 6 milyonluk. Deniz kenarlarına git, tıklım tıklım. Parklara git, oturacak yer bulamazsın, avmler insan seli. Bu kalabalık tabi ki çok yüksek katlı binalarda yaşıyor. Daha düşük bütçeli insanların oturdukları binalardaki pencereler çok küçük. Balkon kültürü zaten olmadığı için, kurutma makinesi alamayanların pencereleri yıkanmış çamaşırlarla rengarenk. Demir parmaklıkların arasından o çamaşırları nasıl oraya dizerler hiç anlayamadım. 20 katlı bir binada bile en üst kattaki her pencereye zindan gibi parmaklık takılmıştır. Parmaklık da yetmez, çatılar elektrik telleriyle çevrilmiştir. Müstakil olanların bahçesi kocaman duvarlarla sarılmıştır, tepesi cam kırıklı, elektrik telli. En iyi semtte de bu böyle, en kötü semtte de. Çünkü hırsızlık, gasp olayları çok. Kimse kimseye güvenmez. Komşusuna bile. 

Her yerin yemyeşil olduğu bir yerde pencereler parmaklikli olsa da çiçeklerle kapatılır. Bu da güvensizliğin yarattığı saklanma duygusunun sonucu herhalde.


 Benzin çok ucuz olduğu için, ne yaparlar ne ederler araba alırlar. Ama eski ama çok yeni. Hatta durumu iyi olan ailelerde 2 araba vardır. Her apartmanın mutlaka otoparkı vardır. Ama araç fazlalığı sebebiyle yollarda da parklar görürsünüz. Çok araç, ucuz benzin... Egzos gazı..... Ah bu güzelim ülkeye öyle kötülük ediyorlar ki, doğa fazlaca güzel, egzos gazını bu yüzden pek hissetmiyoruz dışarıda ama avmlerin 5 kat altına kadar otopark, orada az solumadık bu zehri.


Halka açık yerlerde kocaman bir yazı ilişir gözünüze. "Bu iş yerinde herkes eşit haklara sahiptir ..." falan filan. Önce vay be dedim ne kadar güzel bir tabela, insana ne kadar saygılılar. Ama zaman ıcinde anladım ki bu coğrafya gerçekten ırkçı.

Mesela, başımdan geçen bir olayı anlatayım. Luz ile bir avm ye gittik. Ben bebeyi emzirirken dedim allah rızası için al iki kahve de içelim,  iki lafın belini kiralim. Hiçbir zaman iki lafın belini kıramadim ispanyolcamla ama döner dönmez acısını çıkaracağım kesin. Neyse, Luz bir geldi elinde iki bardakla, bardakların biri porselen diğeri plastik. Dedim bu neden? Ben siyahım ya ondan dedi durumu gayet normal kabul ederek. Benim için problem değil dedi. Tepemden kaynar sular döküldü sanki. Ben bu durumu asla kabul edemezdim ve gittim derhal değiştirin dedim. Dilim yetse daha çemkirirdim de o da bende yok. 
Luz yeğeni için iş isterken, "Ama o da siyah. Sizce bir sıkıntı olur mu?" diye de sormuştu. Çok üzücü değil mi? Hâlâ bu yüzyılda neler konuşuluyor!!!


Gelelim Karakas'a.... Trafikte ciddi bir kaos vardır. Ben bir iki kere kullanmayı denedim ama motosikletlerden gözüm korktu. Sağdan soldan her an çıkabilirler. Bisiklet kaskı bile olsa kasklarını takarlar. Bu motorizadolar her yere girip cikamazlar. Çünkü potansiyel hırsız gözüyle bakılır onlara. Bazı otellerin girişinde "motorcular giremez" levhasını da görürsünüz. Yetmez, güvenlik de orada durur içeri almaz.





Sokaklari oldukca renklidir. Grafitilerle suslenmistir ya da devrim zamanına ait resimler, yazilar vardir. Kagit afis pek gorulmez cunku yoktur. Duvarlar bildiginiz tuval gibi kullanilir. Bazi seyler yoktur iste. Mesela plastik. Bankaya kredi karti basvurusu yaparlar, plastik olmadigi icin aylarca bekleyebilirler. Bizler icin cok basit olan bir detay bile burada bir sorun haline donusur. 



Daha once bahsettim mi hatirlamiyorum, burada tek basina yasayan anneler coktur. Babalar durumu pek sahiplenmez. Cinsellik erken yaşlardan itibaren hayatin icindedir ve bunun sonucu olarak da cok erken cocuk sahibi olan cocuklarla karsilasirsiniz. Bebeler tum gun krese birakilabilir bu yuzden. Tek başına çocuk büyüten annelere devlet biraz maaş da verir ama o kadar az ki. Mecburen çalışır anneler. Luz da single motherlardan. Hatta 2 cocugunun babası da farklı. Burada bu gayet normal. Başka bir temizlik gorevlisinin 4 cocugunun da babalarinin ayri oldugunu duydum. Ahlak tartismasi yapacak degilim. Bize ne. Şunu anlatmadan gecmeyeyim bu konuyu. Komşum Leo, baska bir kadin komşumla tanistiracak beni. Şöyle diyor, "Bak bu Karla, o bir single mother."  Bunu duydugumda şok olmustum, çünkü çok özel bir durumu yine normallestirerek hic tanimayan birisine söylemişti.  


Ben de oglumu 1 ay boyunca kreşe verdim, 1 hafta sonra kaçarak uzaklastik. Biinci sorun hijyen. Bebeler yerlerde, temizlikten eser yok. Bebelere yedirilen sekerler, cikolatalar, pudingler. En cok da bu üzdü beni. Ben de niye benim oglum cılız da onlar toraman gibi diyordum. Meger basiyorlarmis sekeri el kadar bebelere.





Kendileri de her seyin icine seker koymayi severler.Tabi bulurlarsa...Geceleri dondurma yemeği severler. Burada süt olsa, daha neler yapacaklar. Venezuelanın dondurması meşhurdur. Las Mercedes'teki Versalles'in önünde kuyruklar oluşur. Sadece bir külah dondurma içindir bu zahmet. Gece dediysem, en fazla saat 9. Bu saatten sonra sokaklarda araba sesleri azalır. Herkes güvenli(!) kalesine, evlerine geri döner. Evde ya sular kesiktir ya elektrik. Bu durumla da yasamaya alışmış olan Karakaslilar dinlenmeye gecerler. Karakas sokakları sessizliğe gömülürken, evlerden gelen tv sesleri, müzik sesleri birbirine karışır.















Fotoğraflar aşağıdaki sitelerden alınmıştır:

http://www.noticias24.com/fotos/noticia/7674/en-fotos-colectivos-urbanos-pintan-graffitis-en-el-oeste-de-caracas-en-apoyo-a-la-candidatura-de-maduro/

http://www.noticias24.com/fotos/noticia/4474/en-fotos-caracas-se-llena-de-graffitis-en-apoyo-al-presidente-hugo-chavez/

https://eliascisneros.wordpress.com/2010/03/20/continua-el-viaje-la-gran-caracas-parte-x/

http://www.nbcnews.com/id/39388125/ns/world_news-americas/t/opponents-hope-rein-chavez-after-election/

http://www.aljazeera.com/indepth/inpictures/2012/09/2012930144527686313.html

https://zuplemento.wordpress.com/2008/07/22/top-50-graffitis-de-venezuela/

http://www.lapatilla.com/site/2014/03/20/los-grafitis-contra-maduro-que-rodean-las-calles-de-caracas-este-20m-fotos/