Kadın
olarak, anne olarak yaşamak diye başlayacaktım söze, ama burada
insan olarak yaşamanın zorluğu daha ağır bastı.
Evet
yine şikayet edeceğim. Biliyorum bıktınız. Güzel bir şey yok
son zamanlarda. Şikayet edeceğim son yazı bu olur umarım. Ben de
şurayı gezdim, şurada bunu yedim içtim gibi şeyler yazmayı
hasretle bekliyorum.
Dört
gündür sular yok. Bu yüzden gerginim biraz. Hoş, ben artık hep
gerginim burada. Hijyen yokluğu, beni deli ediyor. Depoladığımız
su da kirli çünkü. Dibe çökenleri görmek istemiyorum, gözümü
kapatıyorum artık. Suyu yavaş yavaş başka bir kaba alırsam,
dibindekileri dökmeden başka bir amaç için kullanabiliyorum. Bu
sabah banyo suyu kaynattık o kokulu, iğrenç sulardan. Kendimi
acındırmak için falan yazmıyorum bunları. Durum bu. Kaynatıp
kullanırsan sorun yok. Kokuyo ama olsun. Ama her zaman da geniş
vaktin olmuyor. Amaaan diyorsun ve dökünüveriyorsun suyu.
Sabunladım mı tertemiz oluveririm sanıyorsun. Türkiye'ye
gittiğimde, banyoya gireceğim ve temiz su akan duşun altından
saatlerce çıkmayacağım. Çok yağmur yağınca alt yapı
yetersizliği sebebiyle borular patlıyor. Normalde bir günde tamir
edilecek durum, dört gün oldu halledilemedi. Burada her şey böyle.
6 aydır garaj kapısı bozuk, tamir edilemiyor. Apartmanda lambalar
patlamış. Lamba yok memlekette, alınamıyor.
Gel de
sosyal devlet olgusunu sorgulama. Insanların birincil ihtiyaçları
karşılanamıyor burada. Yemek mi, en kalitesizi, çoğu yok zaten,
olanları da halk alamıyor. Su mu, su leş gibi, haftanın iki günü
ya var ya yok. Bizim apartmana ait büyük su tankı olmasa, biz de
haftada sadece iki gün su alabileceğiz. Bu hafta o da bitti, o
yüzden susuz kaldık. Bazı bölgelere elektrik de verilmiyor. Hayat
burada çok farklı, çok...
İşin
ironik kısmı, şu anda bunları yazarken bardaktan boşanırcasına
yağmur yağıyor ama evde su yok. Balkon olmadığı için de yağmur
suyunu alamıyorum. Eğer bir gün daha uzarsa, aşağı inip,
damacanaları koyacağım yağmurun altına. Belediyelerin
yapamadığını ben kendim yapacağım.
Dün bir
de evde temizlik vardı. Damacanadan dökme suyla bulaşık yıkadık,
yemek yaptık, evi sildik. Burada her şey mış gibi. Su kirli,
bulaşıkları o suyla yıkasan ne olur! Her kullanım öncesi içme
suyuyla tekrar çalkalamak zorunda kalıyorum.
Kendimi
Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki baş karakter gibi hissediyorum. Uzun
bir sessizlik, sonra mutfak lavabosunda yürüyen karıncaların
geliş sesleri... Lavaboda kalan kirli bulaşıkların istilasını
izliyorum bazen. Su ha gelir, ha gelecek diye çeşme açık,
borulardan gelen sesleri dinliyorum, kulağımı duvara dayayıp.
Sular kesik olduğu dönemlerde sabah 6.00-6.30 arası, öğlen
12.30-13.00 arası, akşam 19.30-20.00 arası sadece onbeş
dakikalığına veriliyor. Son dört gündür o da yok ama ben yine
de dinliyorum suyun gelişini umut ederek. O ses çok küçük bir
ses olmasına rağmen kafamın içinde gittikçe büyüyor.
Komşuların
ana boruyu dinlemek için aşağıda toplanması geliyor aklıma.
Halbuki vakit ne değerli! Niye parkta dolaşıp, güzel şeyler
paylaşmak varken, yemek ya da su konuşmak zorundalar? Yaşlı
başlı, iyi eğitimli insanlar, aşağıda borudan gelen sesleri
değerlendiriyorlar: “Bugün su gelir, 1 saate gelir, yok gelmez.”
“Yakındaki markete pirinç gelmiş, kimlik numaranın sonu ne?
Sıraya gir yağ da var al.”
Eve
gelen yardımcı teyzemi oğlu aradı geçen gün. Teyzem kahkaha
patlattı.
“Ne
oldu Senyora?
“Unicasa
markete yağ gelmiş, pirinç gelmiş. İşini gücünü bırak koş
annee! diye şaka yapıyor benim oğlan.”
Trajikomik.
Çünkü annesi haftanın iki günü dükkan dükkan geziyor eve
erzak alabilmek için. Muhtemelen tek konuştukları şey bu. Artık
şakaya vuruyorlar.
İnsan
en çok ne ister? Güvende olmak.
Burada
kendini güvende hissediyor musun? Kocaman bir HAYIR.
Karnını
doyurmak ister. Doyurabiliyor musun?
Kaliteyi
aramayacaksan, açlıktan ölmezsin. Çöple doldurursun mideni.
Arada güzel meyveleri var, onunla takviye edersin.
İstif
kültürü adını verdim ben burada ihtiyaç temin etme durumuna.
Malzeme sıkıntısı olduğunu biliyorsun. İşin gücün zaten
market dolaşmak. Gördüğün anda da beş kilo alıyorsun. Bu sefer
onlar bozulmasın diye tüketmek için hep yiyorsun. Arkadaşlarıma
yaptığım yemeklerin fotoğraflarını gönderiyorum. “Orada
kıtlık olduğuna emin misin;?”diyorlar. Normalde bu kadar çok
tatlıyla uğraşmam. Un bozulmasın diye habire fırına atıyorum
bir şeyler. Oyalanıyorum hem.
“Niye
alıyorsun? Alma.” diyeceksiniz. Bebek olunca almamazlık
edemiyorsun. Ya biterse?
Mesela
uzun bir süre tereyağı hiç gelmedi. Yok olan bir şeye daha çok
ihtiyaç duyuyorsun. Normalde alışkanlığın olmasa da onu
kullanmalıyım üzerine çalışıyor zihin. Komşumun zihni benden
farklı. Almıyor. Yoksa almayacağım diyor. Bachakerolardan da
(Marketlerden malzemeleri bire alıp ona satan aracılar) sistemi
desteklememesi adına almıyor. Çünkü onlar marketlerden çok çok
aldıkça, ihtiyacı olanlara yiyecek ulaşamıyor” diyorlar.
Haklılar. Ama devlet onlardan haberdar. Uzun sıralarda da
beklemiyorlar. Meyve yeriz, ne varsa onu yeriz diyerek karı koca
eriyip gittiler. Fena mı olur ben de öyle yapsam, azıcık kilo
versem. Yapamam. Bir de yemek yemezsem, iyice kafayı sıyırırım
gibi geliyor.
Dünyanın
en pahalı Nutellası burada satılıyor. Her şey dışarıdan ithal
olunca normal tabi. Evde yapayım dedim, fındık yok. Eve temizliğe
gelen teyzemiz kızının yanına gitti Kolombiya'ya. Dönüşte bize
bir kavanoz Nutella getirmiş. Normalde Türkiye'deyken almıyordum
ama bir tatlı geldi. Bitmesin diye gıdım gıdım yiyoruz.
Hindistan'da
ya da Latin Amerika ülkelerinde insanların neden mutlu olduğuna
dair bir fikrim var. Adamlar yoksul ama mutlu. Çünkü temel ihtiyaç
malzemelerine ulaşmak zor. Olunca da çocuk gibi seviniyorsun. O
sürprizmiş gibi geliyor insana.
“Hayat
çok sürprizlerle dolu, ay ne güzel bir hayatım var, bak yoktu
pirincim, şimdi ulaştım, oh ne mutluyum.” havasında
dolaşıyorsun. Ben daha bu kafaya gelemedim. Seviniyorum tabi
bulunca ama onlarınki bir başka. Bildiğin karnı aç, kılık
kıyafet pejmurde, ama sanki bir hap almış gibi mutlu şarkılar
söyleyerek geziyor.
Uzun bir
süre tam tahıl unu yoktu bu arada. İmport malzemeler satan bir
dükkana gelmiş. Nasıl sevindim anlatamam. Alıverdim yarımşar
kiloluk beş paket. Yüzümde salakça bir gülümsemeyle dolaştım
reyonları zafer kazanmış bir komutan edasıyla... Yokluk
yaratacaksın önce, sonra ulaşınca bak nasıl mutlu oluveriyorsun.
Eşim
bizim burada olmadığımız ilk 8 ay, eve deli gibi istiflemiş
herşeyi. Dolapların fotoğrafları vardı ama silmişim. Sanki evde
bir dükkan var. Açsak açardık bir işletme. Bitmesi muhtemel olan
şeylerden eve doldurmuş her birinden yirmişer tane. Çok
kızmıştım, ne gerek var diye. İlk başta gereksiz diyerek ve
bozulmasınlar diye sağa sola verdim. Komşulara, eve gelen
yardımcıya.
“Soya
yağını niye kullanayım ki GDO'lu o. Kullanmam. Ton balığı
yemem, içinde civa var. Bulaşık deterjanı fazla.. Onları da ver,
Deterjan fazla, dağıt dağıt.”
Dağıta
dağıta, biz onlara ihtiyaç duyar hale geldik. Yağ bulmak
sıkıntılı. Zeytinyağı çok pahalı. Bulursak alıyoruz.
Kızartma için ayçiçek, mısırözü yağını bulmak mümkün
değil. İstemeye istemeye kanolaya razı oldum. Kızartma yaparken
de kalan bir şişe soya yağını kullanıyorum ne yalan söyleyeyim.
Son iki küçük kutu ton balığı kalmış. Sular olmayınca büyük
yemeye girişmeyeyim diye onu da kullandım. Bu tip şeylere ne kadar
çok dikkat ettiğimi beni tanıyanlar bilirler. Ben bile “tamam ya
kullanalım ne olacak.” dediysem, vay benim halime!
Cine
Citta denen bir market keşfettik bir buçuk sene sonra. Amerika'dan
getiriliyor her şey. Uçuk pahalı. Yani gücüm olsa bile niye
alayım ki diye düşündürtüyor, o kadar pahalı. Ama bazı
ihtiyaç malzemeleri için kapısını çalıyoruz sık sık. Bebek
bezi mesela. Son iki paket kaldı. Oraya da gelmemiş. Düşünüyorum
kara kara, bez olmazsa ne yaparım diye. Bachakerolarda da malzeme
yok artık çünkü. Bir paket beze 100 dolar vereceğim, getir
desen, yine de bulamıyorlar. XXG zaten çok zor.
Bir ara
ekolojik bez dikeyim mi diye de araştırdım internetten. Dikiş
yapamam ki ben, ona rağmen baktım. Suyun zırt pırt kesildiği
yerde nasıl tuvalet eğitimi veririm? Erkenden tuvalet eğitimine
başlatmak da doğru değil.
Yurtdışına
her çıkandan istemek de yordu bizi. Artık kimseden bir şey
istemek gelmiyor içimden.
İki
ayda bir kurye gelir buraya Türkiye'den. Tanımadığımız
birisiyle yazışırız önce, o kişiyi ikna ederiz “Kendimiz için
değil, oğlumuz için tarhana, zeytin, keçi sütü istiyoruz.”
diye anlatırız uzun uzun. Yeri yoktur tabi ki doğal olarak. Bu
bile olay olmuş ve “Karakas'takiler bebek bezi bile
istiyorlarmış”a çıkmış adımız. Halbuki hiç bebek bezi
istemedik. Süt alerjisi var ben ne yapayım? Buradaki soyalı
mamalardan mı içireydim? Bu mamalar gayet normal burada. Artık onu
da bulamıyorsun ya. Bulan lıkır lıkır, çekinmeden veriyor
bebesine.
İnsanlardan
bir şey istemiyoruz bu yüzden artık. Ruhumuz yoruldu.
Ruhum
gerçekten yoruldu. Sabahları iki buçuk saat vaktim var. Yemek
varsa, ev de temizse, kendim için bir şeyler yapabilirim değil mi?
Yapmıyorum. Oturuyorum koltuğa, pencereden dışarı bakıyorum
uzun süre. Alık alık bakıyorum hem de. Hiçbir şey düşünmüyorum
aslında. Parmağımı kıpırdatmak gelmiyor içimden. Ne yapacağım
diye düşünsem, elbet yaparım bir şeyler. Bazen yoga yapıyorum,
bazen şu anda olduğu gibi yazıyorum, bazen çok yakın bir
arkadaşımla konuşuyorum. Bu arkadaşımla da burada birbirimizi
yeniden keşfettik. İkimiz de aynı durumdayız. O İran'da ben
burada. Aramızda inanılmaz bir uzaklık var. Şartlar farklı olsa
da, yaşam tarzının tamamiyle değişmesinden kaynaklı ruh
yorgunluğumu bir onunla paylaşıyorum. Yazınca da rahatlıyorum, o
yüzden karalıyorum konuşur gibi... Bir amacım yok. Bana acıyın,
beni görün, fark edin, ilgilenin.... Bunlardan birisi bile aklımın
ucundan geçmiyor.
Madem
bu kadar dayanılmaz, niye gitmiyorum?
Aile
olmanın ne anlamı kalıyor ki o zaman? Hep ayrı yaşayacaksak,
niye evlendik, bir de bir canlıya hayat verdik? Bunu denedim, o his
de tatmin edici değil. Ana baba evi olsa da artık oraya ait değilim
çünkü.
Biraz
daha dayanmalı, güçlü olmalı. Buradan daha iyi bir ülkeye
birlikte gideceğiz.
Kendi
kendime yeni oyunlar buldum.
Mesela,
son bir şişe bulaşık deterjanı kalmış. O bitince gideceğiz
diye eğliyorum kendimi.
Son bir
tüp diş macunu, niye yenisini alalım, bitince gideceğiz. Totem
gibi yani.
Son
şampuan, son paket un, şeker, yağ... Hepsi bittiler... Biz
buradayız.
Niye
bekliyorum? Neyi bekliyorum? Yaşam anda saklı. Anı hisset vs...
Gel beraber hissedelim.
Detaylarda
boğuluyorum. Yemek yaparken bangoya yaslanıyorum ve karıncalar
göbeğim vasıtasıyla vücudumda geziyorlar şu anda. Hissediyorum
onların minnak ayaklarını, nefesime odaklanıyorum. Suyun sesini
dinliyorum borulardan, yaşamda, anda bunlar var. Nefesime dönsem de
sinirlenmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ama bu sinirlilik hali artık
tuhaf bir forma dönüştü. Hissetmiyorum bir şey. Tepkisizim. Nuri
Bilge Ceylan bizim evde bir film çekiyor ve benim haberim mi yok
diye düşünmeye başladım. Her şey yavaş, sessiz, doğanın
sesleri var sadece...
Anda
yaşa demek de bana itici gelmeye başladı artık. Çünkü toplum
olarak zaten hislerimizi bastırmaya yönelik büyütülmüşüz. Hep
güçlü olmak zorundayız. Zaten kendimizi ifade problemimiz var.
Niye kendimi zorluyorum?
“Anda
kalmalıyııım, anda kalmalıyıım, üzülmemeliyiiim” derken
aslında kendimizi zorlamış olmuyor muyuz? Hissettiklerim bunlar,
yaşadıklarım bunlar, içime atıp ne yapayım?. Gözlemlemeye
çalışıyorum, yani her şeye uzaktan bakmak da bir çözüm.
Tahammülüm kalmadı yüreğimde, yapamıyorum. Drama Kraliçeliği
yakıştırması tam da bu noktada başlıyor belki de. Acımdan
beslenmiyorum onlar gibi. Yaşadığımı hissetmenin en kötü yolu
acılar.
Paylaşınca
biraz olsun rahatlıyorum, negatif enerji başkasına geçiyordur
elbette. Buradaki komşularım beni rahatlatmaya çalışıyor:
“Nasıl
olsa gideceksin, böyle düşün.”
Ah güzel
insanlar, aklım nasıl sizde kalacak, bir bilseniz.
Güzel
yazılar paylaşmak umuduyla....
MERHABA,ÖYKÜ HANIM,YAŞADIĞINIZ BÜTÜK TECRÜBEYİ BUGÜNDEN İTİBAREN OKUYORUM. YAKLAŞIK 1 YIL ÖNCE VENEZUELLA MATURİNDEN BİR HANIMEFENDİYLE TANIŞTIM,VE BU SİZİN ANLATTIKLARINIZI HER GÜN ANLATIRDI,MESSENGER KONUŞMALARIMIZ SIKÇA AKRABA VE KOMŞULARININ TELEFON VEYA ZİYARETLERİYLE ARA VERİRDİ,SONRA HEYECANLA ŞURAYA,ŞU MALZEME GELMİŞ,BURAYA ŞU MALZEME GELMİŞ DİYE.BU HANIMEFENDİ PVDSA ŞİRKETİNDE İYİ BİR POZİSYONDA ÇALIŞIYORDU,FAKAT MAAŞLARI EN SON 70 DOLARA DÜŞMÜŞTÜ.EN NİHAYET BİZ BAYAĞI YAZIŞTIK,KONUŞTUK 7 AY KADAR,BU HANIMEFENDİYİ,TÜRKİYEDE 15 GÜN MİSAFİR ETTİM,ONA 3 BAVUL İLAÇ,SABUN,DİŞ MACUNU,ŞAMPUAN,TUVALET KAĞIDI,KADIN PEDİ,ÇOCUK BEZİ,ÇİKOLATA,PAKET KURU YEMİŞ HEDİYE ALIP HAZIRLADIM,VE BURADA 15 TEMMUZ OLAYLARI PATLAK VERDİ,BÜTÜN AİLE VE AKRABALARI BAYAĞI KORKTULAR,EN NİHAYET KENDİSİNİ EN İYİ BİR ŞEKİLDE MİSAFİR ETTİKTEN SONRA YOLCULADIM.ŞU AN AİLESİNİN BİR KISMINI DOMİNİC CUMHURİYETİ BAŞKENTİ SANTO DOMİNGOYA ALDIRDI,SİZİN ANLATTIKLARINIZI ÇOK DERİN YAŞIYORLAR.KOMŞULARI KAMYONETİYLE BAZEN BREZİLYA SINIRINDA İHTİYAÇLARINI ALMAYA GİDİYORLARMIŞ,2 GÜN SÜRÜYORMUŞ GİDİŞ GELİŞ.BU ARADA TÜRK HAVA YOLLARI 20 ARALIKTA KÜBA HAVANA AKTARMALI CARAKAS UÇUŞLARINI BAŞLATIYOR.SİZİ İNSTAGRAMDAN TAKİBE BAŞLADIM,EŞİNİZE,ÇOCUĞUNUZA VE SİZE ŞİMDİLİK İSTANBUL TÜRKİYEDEN SELAM VE SEVGİLER.FENERBAHÇELİ FEYZULLAH AVCI.
YanıtlaSilMerhaba Feyzullah Bey. Arkadaşınız Dominik Cumhuriyeti'ne taşınmış. Şanslıymış. Muhtemelen parası var ki bunu yapabildi. Burada bir çok insan kalmaya mecbur. Gidecek ve yapacak hiçbir şeyleri yok. Evet yaşam gerçekten çok zor. Güzel havası karın doyurmuyor. THY başladı, biz ayrılıyoruz Karakas'tan. 😀Sizi geç yanıtlamak olsam da takibe devam edin.
Sil