Powered By Blogger

Bumerang

Karakas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Karakas etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2017 Perşembe

KABUS GİBİ

Burada yaşarken fark ettiğim ilginç, bazen de tuhaf durumları bir başlık altında topluyorum. Bir hayli uzun. Haydi başlayalım:

Süpermarket kuyrukları: Vatandaşlık numaranızın son rakamına göre uygun olan günlerde sıraya girip, parmak izi vererek ihtiyaçlarınızı alıyorsunuz. Gerekli olanlar değil de genelde elde olanlar dağıtılıyor. Bu yüzden insanlar kaliteli yiyecek bulmakta zorlanıyor.

Caracas

Banka kuyrukları: Bu ülkede her şey yavaş. Sistem teknolojiye tam uyarlanabilmiş değil ve para çektiğinizde de makine bir tomar para veriyor, saymak uzun sürüyor. Güvenli de değil üstelik. Tomar tomar paraları çantanıza sokuşturup, onu da koltuk altına kıstırıp öyle dönüyorsunuz eve. Sayamadığınız için de banka görevlisi az da olsa cebine indirebiliyor.

Doktorda kuyruk: 10 kişiye aynı saate randevu verilir ve kim önce gelirse girer. Özel böyle. Devlet hastanelerini hiç anlatmayayım.

Eczane kuyrukları: Ciddi bir ilaç sıkıntısı var. Millet ne gelmişse almak için kuyruğa giriyor.

Ödeme kuyrukları: Bir şey satın almak hiç içimden gelmiyor bu sebeple. İnanılmaz yavaşlar. Nakit sıkıntısı var, kartla ödeme yapmak zorundasın ve post cihazları çok yavaş. Sistem de hızlı olmalarına izin vermiyor ama daha çok sorun kültürel yavaşlık.

Üçü resmi tam dört çeşit para bozdurma kuru var. Resmi kurları Venezuela Hükümeti temel sağlık ve gıda malzemelerinin ithalatında ve vatandaşlarının yurt dışında yapacakları harcamaları için onlara destek sağlamak amacıyla kullanıyor. Karaborsada 1 dolar 3300 bolivar. 2 resmi kur var. Birinde 1$ 10 Bolivar, digerinde ise 670 bolivar. Hal böyle olunca da bu durumu istismar eden ve bu yolla sadece remi kurdan bolivarını dolara çevirip, sonra da karaborsada bozdurarak katlayan , kısa yoldan köşeyi dönen çok kişi var. Suistimale açık bir sistem. Sistem diyemem aslında. Kafam almıyor gerçekten. Sanki sadece karışıklık çıkarmak için ortaya atılmış, ama bu karmaşayla koca bir ülke yönetiliyor. Bu kadar büyük sistem açığıyla da kimin kimden ne çaldığı, ne aldığı belli değil.

Bachakerolar da bu sistemsizlikten doğan ara elemanlar. Bulamadığınız bir ürünü onların aracılığıyla 100 bolivar iken 30000 bolivara alıyorsunuz. Örneğin bebek bezi paketinin üzerinde kaç bolivar olduğunu görüyoruz. 1000 bolivar kadar. Ama daha dün 1 paket beze 35000 bolivar vermek zorunda kaldık. Piyasada yok çünkü. 

Üretim neredeyse yok. Bu yüzden sosyalizmin çok iyi kavranamadığını düşünüyorum. Dışa bağımlılar.

Deste deste para taşıyamayacak olman sebebiyle, her yerde kartla ödeme yapmak zorunda kalman. Park ücretini bile...Yani yine bekliyoruz, yine bekliyoruz...

Aşırı pahalılık. Enflasyon rakamları çok yüksek. Kalite ile verdiğin para örtüşmüyor.

Asgari ücret yeni zamla 48000 + gıda yardımı ile 105000 bolivar. Emekliler ise gıda yardımı almıyor. Sadece 40000 bolivarla geçiniyor.

1 ekmek 500 bolivar. 1 kg et 6000 bolivar. 1 haftalık market alışverişi minimum 60000 bolivar. Orta halli bir restoranda 2 kişilik yemek 50000-10000 arasında değişiyor.

Bozuk yollar: Uzun süre zarar görmüş yol nasılsa öyle kalır, arabalar o çukurun içine düşebilir, en sonunda birisi oraya bir saksı koyar. Ya da çöp kovası. Bunun aniden karşına çıkabilme ihtimali de oldukça heyecan verici. Burada yaşarken her günümüz böyle. Adrenalin maksimumda.

Her yağmurdan sonra patlayan borular, suyla dolup taşan yollar ama buna tezat evlerde günlerce su kesintisi yaşanması.

Güvenlik sebebiyle kimsenin olmadığı sokaklara giremezsin, akşam saat 21.00'den sonra sokaklara çıkamazsın. Yine güvenlik sebebiyle dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolaşamazsın, takı takmamalısın. Fotoğraf da çekemezsin. Alıp kaçarlar anlamazsın bile.

Kimse kimseye güvenmiyor. Komşusunun girme ihtimaline karşı, tüm pencereler en üst katta dahi demir parmaklıklı. Bizim yaşadığımız sitede bile hırsızlık oldu. Üstelik herkes sitede yaşayan birilerinden şüpheleniyor.  Bizim sitede bile diyorum, çünkü güvenlik önlemleri alınan, korunan bir site. Garajdaki arabalara girildi yakın zamanda. Güvenlik görevlileri, bahçıvan ve evlere tadilata gelen işçiler de zan altında. Bu yüzden sürekli bir eleman değişimi var.

Kapıyı açarken kırk kez delikten bakarsın burada. Çünkü yakasına CanTV amblemini yapıştırıp, internet arızası var, tamire geldim diyerek evleri soyan kişilere rastlamak mümkün. 

Turizm konusunda tam bir hayal kırıklığı bu ülke benim için. Harika bir iklim ve harika bir doğa olmasına rağmen, Caracas'a yarım saat mesafedeki La Guaira, Vargas inşaat mezarlığı. Deniz, sahil kirli. Sahile bile inşaat dikebilmişler, hatta gökdelenimsi yapılarda yaşıyorlar denize karşı ve orada benim yazlığım var diyebiliyorlar. İki saat mesafedeki Tucacas da öyle aman aman süper değildi. Los Roques fena değildi ama daha iyi olabilirdi.

46 litre benzin zamdan önce 3.27 bolivardı.
 Şimdi ise bunun 6 katı. Ama yine de ucuz.
Hatta bize göre bedava
Ucuz benzin güzel...de güvenlikten kaynaklı gezemedikten sonra ne anlamı var. Gittiğin yerler hep aynı. Bir de ucuz olunca hatta bedava diyebiliriz, aşırı araç kullanımı var. Egzos gazı salınımı yüksek boyutlarda.

Motorcular çok tehlikeli. Trafikte giderken nereden çıkacakları belli olmuyor. Hiçbir kural tanımıyorlar.

Kıtlık. Temel gıda malzemelerine ulaşım sıkıntılı.

Ulaşsan da kalitesi çok düşük.

Güvensizlik hissi. Bir süre sonra paranoyaklaşıyorsun. Her an bir yerden birisi gelecek, çıkıverecek ve seni gasp edecek zannediyorsun. Örneğin bir gece nispeten güvenli Mirador'da yani manzara tepesindeyız. Oğlum oynuyor, uyusun diye koşturuyoruz onu. Birisi yaklaşıyor bana, farkındayım ama bakmaya korkuyorum yüzüne, dediklerini duymazdan geliyorum. Niyeyse, korktum aslında ve taş kesildim diyelim. Adamın onuncu tekrarında bir tane sigara istediğini anladım ve mahçup oldum tabi. Meğer karşı sitenin güvenlik görevlisiymiş. Dilim döndüğünce anlattım ve özür diledim.

Sürekli yiyecekten konuşuluyor olması çok can sıkıcı. Nereye ne gelmiş, ne kadarmış?

İngilizce bilen insan bulmakta zorlanıyorsun. Bulunca da yapışıyorsun. Onlar da benimle pratik yaptıkları için ispanyolcayı tam öğrenemedim zaten.

Tekstil ürünleri çok kalitesiz.

Kalitesiz deterjanlar, temizlik malzemeleri. Kir çıkarmıyorlar. Gerçi su da kirli olduğu için deterjanlar pek etkili olamıyor. Beyazlar mosmor çıkıyor.

Su bildiğiniz pis akıyor. Alt yapı yetersiz, borular eski, paslı. Lağım olmadığını bana kimse kanıtlayamaz. 

Sular çok sık kesiliyor. Belediyeyle apartmanlara su satan tanker sahipleri arasındaki mafyatik bağlantının da buna sebep olduğu, son söylentiler arasında. 

Araçlara yedek parça bulamıyorsun.Tanıdığım çoğu insan yolda kalma korkusuyla pek dışarı çıkmıyor, uzun yola gitmiyor. Arabaya bir şey olduğunda da tamir çok masraflı olacağı için servise götüremiyor. Bu yüzden trafikte kırık dökük, koli bandıyla, kartonla tamir edilmeye çalışılmış arabalar var. 

Polis ve askerlere güven duyulmuyor. Rüşvet ve ispiyon sebebiyle...


Irkçılık. Siyahi kişilere farklı davranılıyor. Eve gelen yardımcımıza plastik bardakla, bana da porselen bardakla kahve vermişti bir kafeterya.

Kolombiyalılara farklı muamele gösterilmesi. Zamanında Kolombiya kötü durumdaymış, buraya çalışmak için gelen çok olmuş. Şimdi de kendilerine bile yiyecek kalmadığı için gitmelerini istiyorlar. Onlar da gidiyor zaten.

Güvenlik sebebiyle AVM'lerde vakit geçirmek zorunda kalışımız. Ki ben kapalı yerlerden ve uzun süren alışverişlerden nefret ederim.

Süpermarketlere yiyecek gelmiş mi diye sürekli kontrol etmek zorunda kalmamız.

Kutlamalarda havai fişek çılgınlığı, aşırı gürültü.

Hafta sonları yüksek seli, müzikli ev partisi çılgınlığı.

Tatile bayılıyorlar. Zırt pırt tatil ilan ediliyor. Zaten elektrik tasarrufu sebebiyle mesai saatleri az.

Noelde 1 ay boyunca her yer kapalı. Sokaklarda in, cin top oynuyor.

Aç insanlar, sokaklarda mango ağaçlarından meyve düşürmeye çalışan insanlar, çöp karıştıran aileler.

Genç anneler. Doğum kontrolü yok. Kadınlar çok erken anne olabiliyorlar. Kürtajı dinen kabul etmiyorlar.

Yalnız anneler. Adamlarına hiç güven olmuyor buranın. Neredeyse her 3 kadından ikisi yalnız anne.

Beyaz giyinen mezhep.(Sanitero) Ayakkabısından çantasına kadar her şey beyaz olmak zorunda. Trafik durduğunda kutulara kiliseleri için para topluyorlar.

Çok hızlı konuşuyorlar. Bazen anlamam imkansızlaşıyor.

Herkes yurt dışına kaçacak fırsat kolluyor.

Plastik sıkıntısı sebebiyle kredi kartı basımı için bile 3 ay bekleyebilirsiniz.

Hastanelere kan alımından sonra yapıştırılması için kendi yara bandını götürüyorsun.

Karakas dışında bu tablo çok daha vahim. Haftanın en az 3 günü elektrik yok, 5 gün su yok. Hatta devlet dairesinde işin varsa kendi mürekkebini, kağıdını, kalemini götürüyorsun.

Her gün bir ölüm ya da gasp haberi alınması. Tuhaf ve korkutucu bir hikaye duyabiliyorsun. 10 günlük morga gelen cinayet vakası 130. Kayıtsızlarla birlikte en az 200. Son zamanlarda bunun artmasının sebebiyse, askerin içindeki yeni bir resmi yapılanma. Sözde çetelere karşı savaşıyorlar ama arada bir sürü masum gencin de gittiği söyleniyor.

Arabalar eski, evdeki ev eşyaları eski. Sanki 1950'lerdeymişiz gibi. Arabaların yedek parçaları bulunamıyor, elektronik eşyaların da. Zaten tamir edecek kalifiye eleman da yok.

Barriolar ve barriolardaki inanılmaz hayatlar.(Varoşlar)

Chavistaların ultra zengin oluşları, eğlence düşkünlüğü. Bu beni en çok hayal kırıklığına uğratan madde. Yarı çıplak kadın ve erkekleri kiralayıp dans ediyorlar. Üstelik çoluk çocuğun önünde. Nereden mi biliyorum? Bizzat bir tanesine denk geldim.

Zengin ve fakir arasındaki uçurum.

Chavez'in aslında benim bildiğim Chavez olmayışı. Hayal kırıklığım kocaman. Venezuela devrimi tam bir balon. Ama dünyada farklı tanıtmışlar kendilerini. Bu yüzden herkes alkış tutmuş onlara. Halkı bölmek adına söylenenler akıl almaz boyutta. Örneğin; onun arabası klimalıysa o zengindir ve eğer onun parasını alırsan bu suç değildir.

Chavez kendisine yapılan sözde darbe girişimi sonrasında halkı, daha doğrusu suç potansiyeli olanları kendisini korumaları için silahlandırmış. En ağır silahlarla hem de. Bu yüzden Karakas dünyanın en tehlikeli kenti şu anda. Cinayet oranı çok yüksek.

Devlet dairesinde çalışabiliyor olmak için Chavezin partisine üye olman yani Chavista olman gerek.
Devletin verdiği evlerde oturabilmen için de bu şart. Bu evleri de dayali döşeli bedavadan vermiş zamanında. Onları kendine mecbur bırakmış. 

Diş teli, estetik konusuna takmış durumdalar. Her 5 kişiden 4ünde diş teli var, kel insan yok. Diş teli furyasını ben de denedim. Herkeste görünce çok iyiler zannettim ama o da bir hayal kırıklığı. Slikonsuz göğüsler yok gibi.

İnternet yavaşlığı, sık sık arızalanması.

Hijyen sıkıntısı.

Umumi tuvaleti olmayan tek ülke burasıdır herhalde. AVMlerdekiler de çok pis. Yiyecek almak için uzun kuyruklarda bekliyorlar ve tuvalet yok. O kuyrukların yanından geçerken idrar kokusundan rahatsızlık duyabilirsiniz.

Dışarıda en iyi yerler dahi tuvalet kağıdı ve sabun sıkıntısında.

Soğuk iç mekanlar. Klimalı AVMler, süpermarketler, restoranlar. Bildiğin üşüyorum. Ama onlar üşümüyor. Yeni doğanlar bile tek kıyafetle dolaştırılıyor.

Küçük kız çocuklarına birer kadın gibi davranmayı öğretiyor çoğu aile. Makyaj, kıyafet, saç, baş.

Güzellik kraliçesi yetiştirmek için güzellik okulları var.

Makyaja çok düşkün estetikli zengin kadınlar.

Dış görünüşe çok önem veriyorlar.

Kadınlar yaşlarını gizliyorlar. Sorulmasından da hiç hoşlanmıyorlar.

Her şey tek tip. Seçme şansın yok. Kalite aramak saçma.

Her şey çok pahalı olduğu için abur cubur yemek zorunda kalmaları.

Sivrisineği çok rahatsız edici. Kıyafet üstünden bile ısırıyor. Kaşımazsan hart hurt delirebilirsin. Kaşıyınca da yaraya dönüşüyor. 

Trafik cezası yok. Hatta içki içince daha iyi araba kullanılabildiğine dair yazılar da çıkmış gazetelerde. Bu sebeple hafta sonları gece trafikte dikkat etmeniz gerekebilir.

Evet ürkütücü çok şey var. İçiniz açılsın istiyorsanız sizi bu yazıya alalım. Her yerin kendine ait avantaj ve dezavantajları var işte. Allahtan hava güzel. Bir de odundu kömürdü ugrasamazlardı. Ülke daha da felakete sürüklenmiş olurdu.

Tüm bunları yazarken “Oh! İyi ki gidiyorum da diyemiyorum. Kolay değil iki sene kaldık burada ve insanoğlu bir tuhaf, böyle bir yaşam şekline bile alışabiliyorsun. Daha doğrusu hayatına devam edebilmek için dönüşüm geçiriyorsun. Tabi biz yabancı olduğumuz için onlar kadar kıtlık çekmedik. Öyle ya da böyle bir şekilde bulmaya çalıştık. 

Tabi ki sevdiğim ve aklımın kalacağı insanlar da bu hislerime sebep. Her şeye rağmen, burayı ve buradaki insanları seviyorum. Umarım en kısa zamanda bu zor dönemi atlatırlar. Yoksa burada yaşamak gerçekten çok zor.









2 Şubat 2017 Perşembe

HİÇ Mİ İYİ BİR ŞEY YOK?

Venezuela ile ilgili öyle yazılar yazdım ki, benim dahi içim karardı ve oturdum bilgisayarın başına, iyi yönlerini bulmaya çalıştım. Biraz zor oldu tabi.

***Tüm bekleme ile geçen hayatlarına rağmen sakinler, sabırlılar. Trafik feci aslında. Ne hatalar, ne kazalar oluyor ama kimse kavga etmiyor, zırt pırt korna çalan birileri yok.

***İnsanların mimiklerini, gövdelerini, el ve kollarını kullanarak tutkulu bir şekilde konuşmaları çok hoşuma gidiyor. Bizi buralara sürükleyen Ispanyolcaydı. Tam olarak öğrenemesek de olsun, hala çok seviyorum. Kim bilir belki diğer ülkede İspanyolca kursuna giderim. Komik olur, evet. Burada yapamadım, orada bulurum bir yolunu.

***Aksanlarına bayılıyorum. "Mas o menos"u "mah o menoh" okumaları, "este"yi "ehte", bir de ingilizcedeki "well"kelimesi yerine "entonces"kelimesini uzatarak kullanmaları hoşuma gidiyor. Dil çok melodik gerçekten. 

***Venezuelalılar ilk başta biraz utangaç ve çekingenler. Alıştıkça ısınıyorlar ve çok sıcakkanlı insanlar. Herkes selamlaşıyor. Hal hatır soruyor.

***Çocukları çok seviyorlar. Avrupalılar gibi yanağa dokunarak ya da karşıdan değil. Bizim gibi seviyorlar.


***İklime diyecek hiçbir lafım yok. Harika, harika, harika.... 365 gün güneş, ara ara yağan yağmurlar, ılık rüzgarlar. Çok özleyeceğim çok.

***Bu iklim sayesinde hafif kıyafetlerle yaşamak da çok keyifli. Tam benlik. Neredeyse bir şort, bir pantolon ve tişörtle geçirdim iki seneyi.


***Doğası inanılmaz güzellikte. Muhteşem yapıdaki ağaçlar, çiçekler. Tarzanın sallandığı ağaçların uydurma olmadığını da burada anlamış oldum. Sanki ağacın her yerinden ipler sallamış birisi aşağıya, atlasan sallanacaksın Jane gibi. Öyle heybetli ağaçlar var ki, öyle ulu, bakarak dallarına, çiçeklerine, yapraklarına bir ömür geçirebilirsin. Terapiye falan ihtiyaç yok. Belki sakinliklerini bu doğaya borçlulardır.

***Doğa bu kadar harika olur da hayvanları muhteşem olmaz mı? Bildiğin vahşi doğa. Rengarenk kelebekler, sinek kuşları, rengarenk adını bilemediğim, muhteşem güzellikte kuşlar ve onların huzur veren sesleri.

***İklim sıcak ama Venezuela'lılar en ufak bir hava değişikliğinde(Bir iki derece düşüşten bahsediyorum) hava çok soğuk, üşüdüm diyerek ceketlere sarılıyorlar. Tuhaf belki ama ben çok şirin buluyorum bu davranışları. Sıcağa çok alıştıkları için de hemen hasta oluveriyorlar.

***Soğuk özlemi var. Örgü bere, diz altına kadar bot, bazen boğazlı kazak ve deri ceket giyenler görebiliyorum. Yine bana çok şirin gelen davranışlarından biri. 

***Kadınlarının, ekonomik durumu ne olursa olsun, bakımlı oluşları, kıyafetlerine dikkat etmeleri (fazla dış görünüşe önem vermeleri de bazen sıkıntı) ,kendinden emin yürüyüşleri görülmeye değer. Şöyle bir kafanızı çevirip bakıyorsunuz. Güzellik kraliçesi çıkaracak kadar çok güzel gördüm mü, hayır. Ama estetik harikası kadınlar gördüm evet bunu da buraya not düşeyim.

***Gerçekten spor yapıyorlar. Burada, güvenlik sıkıntısına rağmen bisiklete binen, yürüyüş yapan, koşan, mahalle aralarındaki spor amaçlı parklarda bilinçli spor yapanları görebilirsiniz.

***Benzin ucuz değil, bedava. 1Litresi 6 bolivar. 1Dolar da 3000 bolivar. Hesaplamasını size bırakıyorum. Gezebilsek bir de harika olacaktı tabi.

***Kadınlı erkekli futbol dahil, birlikte spor yapmayı sevdikleri için Venezuellalıları ayakta alkışlıyorum. 

***Tequennnosu güzel. Bizdeki sigara böreğinin daha hamurlu hali, ortasında mozarella peynir dolgusu var.

***Churroya bayılıyorum. Tulumba tatlısının ince uzununu düşünün. Bi de onu şekere buladıklarını. Üzerine de çikolata sosu. Nefis!

***Arepayı sevmeye başladım. Sadece mısır unu, su ve tuzdan yapılıyor. Minik yassı ekmekler. Arasını açıyorsun. Sıcak sıcak, göm içine peyniri, avokadoyu, istediğin sostan da dök üstüne. Off!

***Ponche crema denen çoğuna göre ağır gelebilecek bir içkisi var. Ben sevmiştim. Santa Teresa markasının kaliteli ponche kreması var ama siz isterseniz evde de yapabilirsiniz. Süt, yumurta, ve romdan yapılıyor. Tarifini şuraya bırakıyorum.
 https://www.youtube.com/watch?v=KQGswFQVbuc

***Cafe con lechesinde bahsetmemek ayıp olur. Süt kıtlığına rağmen, hala güzel yapan kafeler var. Zaten Venezuela eskiden çok iyi bir kahve üreticisiymiş. Bu yüzden kahveden iyi anlıyorlar.

***Meyveleri muazzam. Her gün 1 avokado yiyebilirim. Ananası, muzu, platano denen olgunlaşmamış muzu, nisperosu, papayası (burada lechosa deniyor), adını hatırlayamadığım değişik meyveleri(ithal de olsa çoğu) leziz. Nisperodan özellikle bahsetmeli. Kabak tatlısının meyvesini yapmışlar sanki, bir de kabuğunu soydun mu eşit parçalara bölünüyor. Etkileyici...

***Eskiden tatlı ve dondurmalarıyla ünlüymüş. Karakas merkezde hala çok iyi dondurma yapan, çeşidi bol yerler var. Süt tozu ile yaptıklarına eminim. Süt,un ve şeker sıkıntısı sebebiyle çok da özel tatlılar yemedim. Ama olanlar güzel mi güzel.



***Los Roques ve Canaima, buradayken görülmeye değer. Ben Los Roques'e gidebildim. Unesco tarafından koruma altına alınmış, bir kaç küçük adacıktan oluşuyor. Ulaşımı zor ama gidip görmeye değer. Canaima ise sivrisineklerden ötürü çocukla riskliydi, gidemedim. Amazonlara doğru, dünyaca ünlü Angel şelaleleri ve Roraima dağı da Canaima bölgesinde.
Los Roques hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayınız.
https://www.youtube.com/watch?v=MeT0txRfdug
Canaima için ise buraya. https://www.youtube.com/watch?v=XDwpfIZOLtI


***Alışveriş merkezlerinde çocuklara özel berberler var. Oyuncağı bol, güler yüzlü, neşeli insanlar çalışıyor. Çizgi film izletiyorlar ağlamasınlar diye.

***Ülkeye zor sokulan yeni model arabalar sebebiyle ve alım gücünün düşüklüğü sebebiyle eski model araba çok trafikte. Özellikle otobüsleri. Bazen eski zamanlarda yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyorum. Ama bir Küba değil tabi ki. Hepsi bakımsız.

***Çocukları gerçekten mutlu. Çünkü hava muhteşem. Her gün dışarı çıkabiliyorlar. Her gün oyun oynayabiliyorlar.

***Filmleri de güzel. Burayı daha iyi tanımak için bir kaç film önerisi de verebilirim:
Hermanos
Desde Alla
Pelo Malo
El Manzano Azul
Oriana
Araya
Azul y Tan Rosa
Piedra, Papel y Tijera
El Regreso
Reveron


Gördünüz mü? O kadar da olumsuz değilim. İstediğim zaman nasıl da güzel taraflarını yazabiliyorum. 

Geçenlerde yurttaşımızın biri uğradı Karakas'a. İnternetten Venezuela'ya yerleşmeniz için 10 neden isimli bir makaleyi okumuş da gelmiş. Aynı gün soyup soğana çevirdiler. Siz siz olun benim bu yazdıklarıma kanıp da buralara gelip, yerleşmeye kalkmayın. Bu yazıma ve bu yazıma da bir göz atın.
İyi okumalar...









2 Ocak 2017 Pazartesi

MÜKEMMEL BİR ANNE DEĞİLİM



Geçenlerde bir arkadaşımın instagram fotosunu gördüm, yumurta kolisiydi paylaştığı. Siparişinin, bizzat bildiği bir çiftlikten eve ne kadar hızlı bir şekilde geldiğinden bahsediyordu. Türkiye'nin en en en organik yumurtalarını çocuğuna yedirebildiği için çok mutluydu.

Basit bir foto paylaşımı ile düşüncelere daldım. Burada oğluma yedirdiklerimi sorgulama gibi bir şansım yok. Sosyalizm stili, her şey tek tip. 

Ben de ne kadar çok şey biliyordum(!), oğlumu en iyi şekilde besleyebilecek yerleri de biliyordum ülkemde. O doğmadan başladım organik annelik(!) okumalarıma. Eşimin ve benim ailelerimiz de köy kökenli, yani doğalın tadını da biliyorum. Ama Venezuela'da bildiğim hiçbir şeyi uygulayamadım. Beklentimin hep tam tersi oldu. Bilmemek en büyük mutluluk derler ya, doğru. Okudukça daha da derine gidiyorsun. Bildiklerini bir de gerçekleştiremedin mi, o his seni yiyor adeta...

Yumurtanın, sütün, yoğurdun, unun en organiğini yedirebilmeyi isterdim. Özellikle ilk 3 yaşın beslenme düzeninde ne kadar önemli yeri olduğunu söylüyor uzmanlar. “Ne yiyorsak oyuz”u kendimde uygulayamasam da, oğlumda uygulamak istedim. Ama ne mümkün!

Anne sütünü 17 ay aldı. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü anne sütünün faydaları saymakla bitmiyor. İki yaşına kadar emzirmek isterdim ama dayanamadım. Psikolojim buna izin vermedi de diyebilirim. Günde bir kez mama takviyesi aldı, o da keçi sütü bazlı mamaydı. Burada bulamayınca, her gelenden bir kutu istedik. Mama dönemini de 17 aylıkken bitirdik.

Süt alerjisi olduğu için yoğurt ya da süt takviyesi yapamadım. İnek sütü hakkındaki iddialar sebebiyle de buna çok üzülmedim. Keçi sütü bulmak imkansızdı Karakas'ta. İnsanların normal sütü bile bulamadığı bir yerde, uzun bir süre keçi sütü lazım diye sızlandım etrafıma. İspanyolcası olan bir arkadaşım, farklı bir kentten bir seferliğine 5lt getirtti sağolsun. Ama havanın sıcaklığı sebebiyle Karakas'a bozulmadan getirtmek imkansızdı. Bir daha da bulamadık zaten.

Bufalo yoğurdu olarak satılan kutu yoğurtlar da süt tozundan yapılıyordu. İçine de ekstradan laktoz katılıyordu. Hayatımda ilk kez dehidrate edilmiş sütü burada gördüm. Başka bir çareleri olmayınca, Venezuellılara sorsanız yedikleri çok sağlıklı.
Bufalo yoğurdu ile UHT süt mayalamaya çalıştım, olmadı. Burada hiçbir şey saf değil. Her şeyin içine ekstradan folik asit, demir, vitamin ve laktoz ekleniyor. Uzun bir süre direndim, en sonunda en azından kendimize süt tozundan yoğurt mayalamaya başladım. Oğlumun yoğurtsuz kalışı benim için üzücüydü, hele kefirsiz kalışı... Tüm bunlara rağmen vücut direnci yüksek bir çocuk olduğu için, hastalıksız atlattık bu dönemi de.

Meyvelerine diyecek hiçbir sözüm yok. Ananas, muz, avokado, leçosa(papaya), nispero gibi meyvelerden bolca tükettiği için şanslı. Tatlı patatesi de eklemem lazım. Öğünlerinden hiç eksilmedi. Bunları da Türkiye'de bu bollukta bulmak zor. 
Chia tohumu ve kinoa da buldum burada. Eşim diyor ki sanki biz bunlarla büyüdük. Büyümedik tabi ama hepsi sağlıklı besinler, bulsaydık ailemiz yedirirdi herhalde. 

Büyük firmaların latin ırkı üzerindeki planlarına dair efsaneler dolaşır internette, hiç denk geldiniz mi bilmiyorum. Ben de okuduğumda “Daha neler!” demiştim fakat burada geçirdiğim iki yılda “Acaba mı? diye sorguladım. Çevremdekiler, son zamanlarda kısırlığın artışına vurgu yapıyorlar. Yediklerinin sağlıklarını olumsuz yönde etkilediğini farkındalar ama yemek zorundayız yoksa aç kalırız diyorlar.

Sebzeler ve diğer gıda malzemeleri Rusya'dan, Çin'den ve komşu Latin Amerika ülkelerinden geliyor. Rusya'nın ülkesine giren her şeyi ne kadar büyük bir titizlikle incelediğini bilirsiniz. Hormonluysa, tarım ilacı kalıntısı varsa kapıdan giremezler. Tahminimce, bu giremeyen, satılamayan, elde kalan ne varsa sanki burası dünyanın çöplüğüymüş gibi buraya gönderiliyor. Çünkü dış borcu çok fazla ve en iyisini alacak parası yok devletin. Merdiven altında imal edilen ne varsa burada.

İnternette dolaşan bir haber var, Venezuela'da GDO yok, tohumların girişi yasak diye. Külliyen yalan. Monsanto firmasının ilk pazarı Arjantin ve Brezilya. Yani oradaki ürünlerin hepsi de burada olduğuna göre, burası GDO'nun ana vatanı gibi. Salatalık ve patlıcanlardan bunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Çekirdekleri dile gelip konuşacak gibi duruyorlar.

Niçin kendi ülkelerinde yetiştirilmiyor? Bu soruyu ben de hep soruyorum ama cevabı yok. Harika bir iklim, bol yağışlı hava.... Yapmıyorlar işte... Ülkede üretim yok denecek kadar az. Gelen ürünlerin paketlenmesi yapılıyor sadece Venezuela'da. O kadar.

Mısırın genetiği değiştirilmiş bir ürün olduğunu hepiniz gibi biliyorum. İlk bir sene mısır unu dahil kullanmadım. Soya yağını eve bir şekilde girmiş olanları bile elden çıkardım, sağa sola verdim. Kapış kapış gittiler, çünkü burada yağ ve un bulmak zor. Nasıl olduysa birer şişe ya da paket kalmış, son altı aydır beyaz un ve yağ bulamayınca kullanmak zorunda kaldım.

Şekere bu kadar düşkün bir başka millet var mıdır bilmiyorum. Bir restorana gittiğinizde garsonların sorduğu ilk şey ne içeceğiniz. Kavun, karpuz, şeftali, çilek, leçosa, portakal, ananas suyumuz var derler. Burada yaşamanın en sevdiğim nadir kısımlarından birisi bu meyve suları. İçine katılan suyun hijyeninden şüphem olsa da bolca içtik. Ama bu doğal meyve sularına bile şeker koyarlar(dı).

Şeker kıtlığı tavan yapınca, her şey şekersizdi dışarıda. Bulabildiğiniz şekerler de aşırı kalitesiz ve eski tarihli. Şeker zararlı, biliyoruz. Ama olmayınca beyin onu istiyor. Pudra şekeriyle idare ettik bir ara. Şeker kamışından yapılma kahverengi, sözde sağlıklı, fiyatı da nispeten daha uygun olanlarla kek yaptım. Sağlıklı olsa fiyatı niye daha uygun olur değil mi? Satış aleminde fiyat yüksekse, o ürünün sağlıklı olma ihtimali artıyor. 
Dışarıdan ürün getiren bir market bulmuştuk, orada aliminyumsuz sodyum bikarbonat görünce çok üzülmüştüm. Aliminyumsuzu varsa niye diğerini pazarlıyorlar ki?

Mısır unundan yaptıkları arepaları evde de yapmaya başladım son aylarda. Çünkü un yok ve fırınlarda ekmek yok, bu sebeple de çoğu fırın kapanıyor. Mısır unu, , su ve tuz ile kahvaltılık küçük ekmekler hazırlıyorsun ve sıcakken aralayıp bolca peynir ve avokado dilimi koyabiliyorsun. Oğlum da bayıldı arepaya. 1 saatte yese de bir tanesini, karnı tok tutuyor.


Normal unlarıyla (bulursaniz tabi) kek yapınca kabarmıyor mesela. Hamur açamıyorsun. Çünkü kalitesi gerçekten düşük. İçinde ne olduğunu bilemiyorum.

Keçi peyniri bulduk diye çok sevinmiştik, içeriğini bir okuduk, ekstradan laktozlar, asit düzenleyiciler, koruyucular. Ah diyorum ah, evde labne, kefir, yoğurt hazırlamak vardı oğluma....

Komşum diyor ki, “Zamanında burada İtalyanlar, İspanyollar ve Portekizliler yaşardı. Ama ülkeyi terk ettiler. Onlar ayakkabının en iyisini yaparlardı. Kıyafetlerin en kalitelisini. Peynirlerin en lezizini. Şu anda yediğimizde hiç tat yok, sırtımıza giydiğimiz de kaliteli değil. Üstelik ateş pahasına. Bu yüzden ne bir şey yiyesim var, ne de yeni bir kıyafet alasım.”

Uzun lafın kısası şu ki, üzgünüm oğlum. 

GDOsuz ürünlerden ve her şeyin en kalitelisinden yedirmeyi isterdim.
Keçi sütünü her gün içmeni isterdim.
Ama yok.

Anneanne, babaanne kurabiyeleriyle, börekleriyle tanışmanı isterdim. Yakın aileden uzakta seni büyüttüğümüz için üzgünüm.

Burada hayatımıza giren sevdiğimiz kim varsa, yakında yanımızda olamayacak. Nereye gidersek gidelim bu böyle. Umarım bununla başa çıkacak şekilde güçlü yetistirebiliriz seni. 

Kıyafeti çok önemsemiyorum. Tropikal iklimde çok fazla bir eksikliğini hissetmedim az kıyafetin.
Ama sana alerji yapmayan, en kaliteli bezlerden bulamadık bazen. 

Sivrisinekler ne yaparsam yapayım seni ısırdılar. Gece boyunca kaşı diye yalvardın, kabuk bağladı yaralar, çünkü sen de her çocuk gibi onları tırnakladın. Vücüdunda onların izi kalmaz umarım. 

Seni pis, tortulu, kokulu, paslı sularla yıkamak zorunda kaldığım için üzgünüm.
Bulaşıkları da bu sularla yıkayarak, sanki temizleniyorlarmış gibi babanı ve seni, en başta kendimi kandırdığım için üzgünüm.

Su sıkıntısı, bulamadığımız gıda malzemeleri, uykusuzluk, yalnızlık, derin düşünceler derken, sinirli bir anne olduğum için çok ama çok üzgünüm.

Gıda çok önemli evet, ama ilk iki yaş anne ile çocuğun arasındaki ilişkinin temeli. Psikolojin daha önemli. Buna zarar verdiysem üzgünüm.
Sana fiziksel olarak hiçbir şiddet uygulamadım tabi ki, ama psikolojik olarak kendim zorlandığım kadar, seni de zorladım üzgünüm.
Yemek yemek istemediğinde, sabırsız davranıp sesimi yükselttim.
Uykuya direndiğin için ağladım, kızdım sana biraz da, niye gözlerini kapatmadın diye. 

Çok şükür ki çok sağlıklıydın. Ama hastane yoktu doğru düzgün, ilaç yoktu. Adamakıllı doktor yoktu. Sana bir şey olacak diye çok korktum üzgünüm. 

Güvenlik sıkıntısı sebebiyle güzel havaya rağmen seni çok fazla parklarda, sokaklarda gezdiremedik. Sana fazla korumacı davrandım tedirginliğim sebebiyle, üzgünüm. 

Sen bizim senelerce beklediğimiz biriciğimiz, tek oğlumuz, gözbebeğimizsin. Sana daha iyi bir hayat sunmayı isterdim. Elimizden gelen buydu. Üzgünüm.

Belki daha iysini yapmalıydım. Seninle 2 yaş sendromunu bildiğim halde inatlaştım bazen, üzgünüm. Daha iyi olamadım.

Daha çok oynamalıydım, belki de sana kendini bize yük gibi hissettirdim üzgünüm.

Suçlayacak kimse yok. Sebebi benim. Her türlü olumsuz koşula rağmen sükunetimi koruyamadım bazen. Toleransım çok azdı herşeye. Üzgünüm.

Kafam o kadar doluydu ki, o kadar çok endişeliydim ki şimdiden, gelecekten.... Senin çocuksu hallerinle an'a dönebiliyordum, huzur bulduğum tek yer o anlardı. 

Kendime bu kadar çok yüklenebilecek kadar sinirlerim bozuldu burada.

Mükemmel değilim, hiçbir zaman da olmadım. Olmaya çalıştığım için üzgünüm.

Bazen şunu bile düşündüm. İtiraf ediyorum ki, annelik herkesin anlattığı kadar da güzel gelmedi bana. Bunun sebebi sen değildin tabi ki. 

Sanal alemde paylaşılan her güzel cicili bicili aile fotosunun arkasında da benim yaşadıklarımı deneyimliyor her aile, biliyorum. Bunları yaşayan tek ben değilim.
Bizim kültürümüzde sosyal bir gerekliliktir evlenmek, çocuk yapmak, sonra ikincisi, belki üçüncüsü. Her kadın, bu yaşanılan zor sürecin normal olduğu fikriyle büyütülür. Kimse "Annelik çok zormuş be!" bile diyemez. Ayıplanır. Bana da buradan laf sokan çok olur eminim. Ama hislerimi anlatmak niye kötü olsun ki? Seni çok istememize rağmen buradaki şartlar yüzünden büyütürken zorlandık. Aileden yakın birisine vereyim de biz de sinemaya gidelim ya da uyuyayım diyemedik. Yedi yirmidört rutinimiz aynıydı. Kaçışlar yapamadık ruh sağlığımızı sağaltan. Aile ne kadar da önemliymiş! Kalabalık bir ortamda, daha çok oyunla büyütemedik. Her yük bizdeydi ve bazen taşıyamadık üzgünüm.

2017'nin ikinci gününde yazıyorum bunları. Buradan gitmemize 20 gün var. Yeni bir yıl, yeni bir sayfa... Sana ve kendime söz veriyorum:

Seninle daha çok oynayacağım,
Daha sakin olacağım,
Daha çok okuyacağım,
Daha çok yazacağım,
Daha çok yoga yapacağım,
Daha çok kendimi mutlu edeceğim,
Zamanımı daha iyi yöneteceğim.

Çünkü yeni ülkede hayatımız daha NORMAL olacak. Endişelerimiz azalınca, eminim herşey daha iyi olacak.
Belki bir gün bu yazdıklarımı okursun.
Seni çok sevdiğimizden hiç şüphen olmasın.


Not: Bu not kısmını yazıyı yayınladığımdan bir gün sonra ekliyorum. Annem okuyunca kendime bu kadar yüklenmeme çok üzülmüş. Biliyorum, çok yükleniyorum. Burada yaşadığım her şey benim elimde olmayan, kontrol edemediğim şeyler. 
Yaşadığımız dünyada öyle kötü şeyler oluyor ki, bugün var, yarın yokuz.Niye kendimi bu kadar hırpalıyorum ki? 
İnsanlık çok daha ağır acılar yaşıyor. Hepsinin hassasiyetini duyumsuyorum maalesef. Hem de çok fazla. Öyle şeyler oluyor ki, insan kendi acısını yaşamaktan utanır oldu. Bunları anlatırken bile diyorum ki git işine, millet can korkusu yaşıyor, sen ne derdindesin. 
O yüzden, önce ilk başta kendimden özür diliyorum. Bazen algılarımın çok fazla açık olması bana acı veriyor. Of çok dramatik oldu bu yazı. Yazarken sıkıldım. 
Kendime daha az zarar vermenin tek yolu, sanatla, kitapla, sporla iç içe huzurlu, daha özgür bir yaşam. Bunu bu ülkede sağlayamadım. Kaçışlarım, nefes alışlarım olamadı. Yeni yaşam yerimizde her şeyin daha iyi olacağına inanıyorum, biliyorum. 
Daha iyi, enerjik yazılarda görüşmek üzere, sevgiler...









1 Aralık 2016 Perşembe

NASIL OLSA GİDECEĞİM

Kadın olarak, anne olarak yaşamak diye başlayacaktım söze, ama burada insan olarak yaşamanın zorluğu daha ağır bastı.

Evet yine şikayet edeceğim. Biliyorum bıktınız. Güzel bir şey yok son zamanlarda. Şikayet edeceğim son yazı bu olur umarım. Ben de şurayı gezdim, şurada bunu yedim içtim gibi şeyler yazmayı hasretle bekliyorum.

Evimizin manzarası
Dört gündür sular yok. Bu yüzden gerginim biraz. Hoş, ben artık hep gerginim burada. Hijyen yokluğu, beni deli ediyor. Depoladığımız su da kirli çünkü. Dibe çökenleri görmek istemiyorum, gözümü kapatıyorum artık. Suyu yavaş yavaş başka bir kaba alırsam, dibindekileri dökmeden başka bir amaç için kullanabiliyorum. Bu sabah banyo suyu kaynattık o kokulu, iğrenç sulardan. Kendimi acındırmak için falan yazmıyorum bunları. Durum bu. Kaynatıp kullanırsan sorun yok. Kokuyo ama olsun. Ama her zaman da geniş vaktin olmuyor. Amaaan diyorsun ve dökünüveriyorsun suyu. Sabunladım mı tertemiz oluveririm sanıyorsun. Türkiye'ye gittiğimde, banyoya gireceğim ve temiz su akan duşun altından saatlerce çıkmayacağım. Çok yağmur yağınca alt yapı yetersizliği sebebiyle borular patlıyor. Normalde bir günde tamir edilecek durum, dört gün oldu halledilemedi. Burada her şey böyle. 6 aydır garaj kapısı bozuk, tamir edilemiyor. Apartmanda lambalar patlamış. Lamba yok memlekette, alınamıyor.

Gel de sosyal devlet olgusunu sorgulama. Insanların birincil ihtiyaçları karşılanamıyor burada. Yemek mi, en kalitesizi, çoğu yok zaten, olanları da halk alamıyor. Su mu, su leş gibi, haftanın iki günü ya var ya yok. Bizim apartmana ait büyük su tankı olmasa, biz de haftada sadece iki gün su alabileceğiz. Bu hafta o da bitti, o yüzden susuz kaldık. Bazı bölgelere elektrik de verilmiyor. Hayat burada çok farklı, çok...
İşin ironik kısmı, şu anda bunları yazarken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ama evde su yok. Balkon olmadığı için de yağmur suyunu alamıyorum. Eğer bir gün daha uzarsa, aşağı inip, damacanaları koyacağım yağmurun altına. Belediyelerin yapamadığını ben kendim yapacağım.

Dün bir de evde temizlik vardı. Damacanadan dökme suyla bulaşık yıkadık, yemek yaptık, evi sildik. Burada her şey mış gibi. Su kirli, bulaşıkları o suyla yıkasan ne olur! Her kullanım öncesi içme suyuyla tekrar çalkalamak zorunda kalıyorum.

Kendimi Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki baş karakter gibi hissediyorum. Uzun bir sessizlik, sonra mutfak lavabosunda yürüyen karıncaların geliş sesleri... Lavaboda kalan kirli bulaşıkların istilasını izliyorum bazen. Su ha gelir, ha gelecek diye çeşme açık, borulardan gelen sesleri dinliyorum, kulağımı duvara dayayıp. Sular kesik olduğu dönemlerde sabah 6.00-6.30 arası, öğlen 12.30-13.00 arası, akşam 19.30-20.00 arası sadece onbeş dakikalığına veriliyor. Son dört gündür o da yok ama ben yine de dinliyorum suyun gelişini umut ederek. O ses çok küçük bir ses olmasına rağmen kafamın içinde gittikçe büyüyor.
Komşuların ana boruyu dinlemek için aşağıda toplanması geliyor aklıma. Halbuki vakit ne değerli! Niye parkta dolaşıp, güzel şeyler paylaşmak varken, yemek ya da su konuşmak zorundalar? Yaşlı başlı, iyi eğitimli insanlar, aşağıda borudan gelen sesleri değerlendiriyorlar: “Bugün su gelir, 1 saate gelir, yok gelmez.” “Yakındaki markete pirinç gelmiş, kimlik numaranın sonu ne? Sıraya gir yağ da var al.”

Eve gelen yardımcı teyzemi oğlu aradı geçen gün. Teyzem kahkaha patlattı.
Ne oldu Senyora?
Unicasa markete yağ gelmiş, pirinç gelmiş. İşini gücünü bırak koş annee! diye şaka yapıyor benim oğlan.”
Trajikomik. Çünkü annesi haftanın iki günü dükkan dükkan geziyor eve erzak alabilmek için. Muhtemelen tek konuştukları şey bu. Artık şakaya vuruyorlar.

İnsan en çok ne ister? Güvende olmak.
Burada kendini güvende hissediyor musun? Kocaman bir HAYIR.
Karnını doyurmak ister. Doyurabiliyor musun?
Kaliteyi aramayacaksan, açlıktan ölmezsin. Çöple doldurursun mideni. Arada güzel meyveleri var, onunla takviye edersin.

İstif kültürü adını verdim ben burada ihtiyaç temin etme durumuna. Malzeme sıkıntısı olduğunu biliyorsun. İşin gücün zaten market dolaşmak. Gördüğün anda da beş kilo alıyorsun. Bu sefer onlar bozulmasın diye tüketmek için hep yiyorsun. Arkadaşlarıma yaptığım yemeklerin fotoğraflarını gönderiyorum. “Orada kıtlık olduğuna emin misin;?”diyorlar. Normalde bu kadar çok tatlıyla uğraşmam. Un bozulmasın diye habire fırına atıyorum bir şeyler. Oyalanıyorum hem.
Niye alıyorsun? Alma.” diyeceksiniz. Bebek olunca almamazlık edemiyorsun. Ya biterse?

Mesela uzun bir süre tereyağı hiç gelmedi. Yok olan bir şeye daha çok ihtiyaç duyuyorsun. Normalde alışkanlığın olmasa da onu kullanmalıyım üzerine çalışıyor zihin. Komşumun zihni benden farklı. Almıyor. Yoksa almayacağım diyor. Bachakerolardan da (Marketlerden malzemeleri bire alıp ona satan aracılar) sistemi desteklememesi adına almıyor. Çünkü onlar marketlerden çok çok aldıkça, ihtiyacı olanlara yiyecek ulaşamıyor” diyorlar. Haklılar. Ama devlet onlardan haberdar. Uzun sıralarda da beklemiyorlar. Meyve yeriz, ne varsa onu yeriz diyerek karı koca eriyip gittiler. Fena mı olur ben de öyle yapsam, azıcık kilo versem. Yapamam. Bir de yemek yemezsem, iyice kafayı sıyırırım gibi geliyor.

Dünyanın en pahalı Nutellası burada satılıyor. Her şey dışarıdan ithal olunca normal tabi. Evde yapayım dedim, fındık yok. Eve temizliğe gelen teyzemiz kızının yanına gitti Kolombiya'ya. Dönüşte bize bir kavanoz Nutella getirmiş. Normalde Türkiye'deyken almıyordum ama bir tatlı geldi. Bitmesin diye gıdım gıdım yiyoruz.

Hindistan'da ya da Latin Amerika ülkelerinde insanların neden mutlu olduğuna dair bir fikrim var. Adamlar yoksul ama mutlu. Çünkü temel ihtiyaç malzemelerine ulaşmak zor. Olunca da çocuk gibi seviniyorsun. O sürprizmiş gibi geliyor insana.
Hayat çok sürprizlerle dolu, ay ne güzel bir hayatım var, bak yoktu pirincim, şimdi ulaştım, oh ne mutluyum.” havasında dolaşıyorsun. Ben daha bu kafaya gelemedim. Seviniyorum tabi bulunca ama onlarınki bir başka. Bildiğin karnı aç, kılık kıyafet pejmurde, ama sanki bir hap almış gibi mutlu şarkılar söyleyerek geziyor.

Uzun bir süre tam tahıl unu yoktu bu arada. İmport malzemeler satan bir dükkana gelmiş. Nasıl sevindim anlatamam. Alıverdim yarımşar kiloluk beş paket. Yüzümde salakça bir gülümsemeyle dolaştım reyonları zafer kazanmış bir komutan edasıyla... Yokluk yaratacaksın önce, sonra ulaşınca bak nasıl mutlu oluveriyorsun.

Eşim bizim burada olmadığımız ilk 8 ay, eve deli gibi istiflemiş herşeyi. Dolapların fotoğrafları vardı ama silmişim. Sanki evde bir dükkan var. Açsak açardık bir işletme. Bitmesi muhtemel olan şeylerden eve doldurmuş her birinden yirmişer tane. Çok kızmıştım, ne gerek var diye. İlk başta gereksiz diyerek ve bozulmasınlar diye sağa sola verdim. Komşulara, eve gelen yardımcıya.
Soya yağını niye kullanayım ki GDO'lu o. Kullanmam. Ton balığı yemem, içinde civa var. Bulaşık deterjanı fazla.. Onları da ver, Deterjan fazla, dağıt dağıt.”
Dağıta dağıta, biz onlara ihtiyaç duyar hale geldik. Yağ bulmak sıkıntılı. Zeytinyağı çok pahalı. Bulursak alıyoruz. Kızartma için ayçiçek, mısırözü yağını bulmak mümkün değil. İstemeye istemeye kanolaya razı oldum. Kızartma yaparken de kalan bir şişe soya yağını kullanıyorum ne yalan söyleyeyim. Son iki küçük kutu ton balığı kalmış. Sular olmayınca büyük yemeye girişmeyeyim diye onu da kullandım. Bu tip şeylere ne kadar çok dikkat ettiğimi beni tanıyanlar bilirler. Ben bile “tamam ya kullanalım ne olacak.” dediysem, vay benim halime!

Cine Citta denen bir market keşfettik bir buçuk sene sonra. Amerika'dan getiriliyor her şey. Uçuk pahalı. Yani gücüm olsa bile niye alayım ki diye düşündürtüyor, o kadar pahalı. Ama bazı ihtiyaç malzemeleri için kapısını çalıyoruz sık sık. Bebek bezi mesela. Son iki paket kaldı. Oraya da gelmemiş. Düşünüyorum kara kara, bez olmazsa ne yaparım diye. Bachakerolarda da malzeme yok artık çünkü. Bir paket beze 100 dolar vereceğim, getir desen, yine de bulamıyorlar. XXG zaten çok zor.
Bir ara ekolojik bez dikeyim mi diye de araştırdım internetten. Dikiş yapamam ki ben, ona rağmen baktım. Suyun zırt pırt kesildiği yerde nasıl tuvalet eğitimi veririm? Erkenden tuvalet eğitimine başlatmak da doğru değil.
Yurtdışına her çıkandan istemek de yordu bizi. Artık kimseden bir şey istemek gelmiyor içimden.
İki ayda bir kurye gelir buraya Türkiye'den. Tanımadığımız birisiyle yazışırız önce, o kişiyi ikna ederiz “Kendimiz için değil, oğlumuz için tarhana, zeytin, keçi sütü istiyoruz.” diye anlatırız uzun uzun. Yeri yoktur tabi ki doğal olarak. Bu bile olay olmuş ve “Karakas'takiler bebek bezi bile istiyorlarmış”a çıkmış adımız. Halbuki hiç bebek bezi istemedik. Süt alerjisi var ben ne yapayım? Buradaki soyalı mamalardan mı içireydim? Bu mamalar gayet normal burada. Artık onu da bulamıyorsun ya. Bulan lıkır lıkır, çekinmeden veriyor bebesine.

İnsanlardan bir şey istemiyoruz bu yüzden artık. Ruhumuz yoruldu.

Ruhum gerçekten yoruldu. Sabahları iki buçuk saat vaktim var. Yemek varsa, ev de temizse, kendim için bir şeyler yapabilirim değil mi? Yapmıyorum. Oturuyorum koltuğa, pencereden dışarı bakıyorum uzun süre. Alık alık bakıyorum hem de. Hiçbir şey düşünmüyorum aslında. Parmağımı kıpırdatmak gelmiyor içimden. Ne yapacağım diye düşünsem, elbet yaparım bir şeyler. Bazen yoga yapıyorum, bazen şu anda olduğu gibi yazıyorum, bazen çok yakın bir arkadaşımla konuşuyorum. Bu arkadaşımla da burada birbirimizi yeniden keşfettik. İkimiz de aynı durumdayız. O İran'da ben burada. Aramızda inanılmaz bir uzaklık var. Şartlar farklı olsa da, yaşam tarzının tamamiyle değişmesinden kaynaklı ruh yorgunluğumu bir onunla paylaşıyorum. Yazınca da rahatlıyorum, o yüzden karalıyorum konuşur gibi... Bir amacım yok. Bana acıyın, beni görün, fark edin, ilgilenin.... Bunlardan birisi bile aklımın ucundan geçmiyor.

Madem bu kadar dayanılmaz, niye gitmiyorum?
Aile olmanın ne anlamı kalıyor ki o zaman? Hep ayrı yaşayacaksak, niye evlendik, bir de bir canlıya hayat verdik? Bunu denedim, o his de tatmin edici değil. Ana baba evi olsa da artık oraya ait değilim çünkü.

Biraz daha dayanmalı, güçlü olmalı. Buradan daha iyi bir ülkeye birlikte gideceğiz.

Kendi kendime yeni oyunlar buldum.
Mesela, son bir şişe bulaşık deterjanı kalmış. O bitince gideceğiz diye eğliyorum kendimi.
Son bir tüp diş macunu, niye yenisini alalım, bitince gideceğiz. Totem gibi yani.
Son şampuan, son paket un, şeker, yağ... Hepsi bittiler... Biz buradayız.

Niye bekliyorum? Neyi bekliyorum? Yaşam anda saklı. Anı hisset vs... Gel beraber hissedelim.
Detaylarda boğuluyorum. Yemek yaparken bangoya yaslanıyorum ve karıncalar göbeğim vasıtasıyla vücudumda geziyorlar şu anda. Hissediyorum onların minnak ayaklarını, nefesime odaklanıyorum. Suyun sesini dinliyorum borulardan, yaşamda, anda bunlar var. Nefesime dönsem de sinirlenmekten alıkoyamıyorum kendimi. Ama bu sinirlilik hali artık tuhaf bir forma dönüştü. Hissetmiyorum bir şey. Tepkisizim. Nuri Bilge Ceylan bizim evde bir film çekiyor ve benim haberim mi yok diye düşünmeye başladım. Her şey yavaş, sessiz, doğanın sesleri var sadece...

Anda yaşa demek de bana itici gelmeye başladı artık. Çünkü toplum olarak zaten hislerimizi bastırmaya yönelik büyütülmüşüz. Hep güçlü olmak zorundayız. Zaten kendimizi ifade problemimiz var. Niye kendimi zorluyorum?
Anda kalmalıyııım, anda kalmalıyıım, üzülmemeliyiiim” derken aslında kendimizi zorlamış olmuyor muyuz? Hissettiklerim bunlar, yaşadıklarım bunlar, içime atıp ne yapayım?. Gözlemlemeye çalışıyorum, yani her şeye uzaktan bakmak da bir çözüm. Tahammülüm kalmadı yüreğimde, yapamıyorum. Drama Kraliçeliği yakıştırması tam da bu noktada başlıyor belki de. Acımdan beslenmiyorum onlar gibi. Yaşadığımı hissetmenin en kötü yolu acılar.
Paylaşınca biraz olsun rahatlıyorum, negatif enerji başkasına geçiyordur elbette. Buradaki komşularım beni rahatlatmaya çalışıyor:
Nasıl olsa gideceksin, böyle düşün.”
Ah güzel insanlar, aklım nasıl sizde kalacak, bir bilseniz.

Güzel yazılar paylaşmak umuduyla....




24 Kasım 2016 Perşembe

NASIL ISPANYOLCA ÖĞREN(eme)DİM?


Bir önceki yazımla kendimi nasıl acındırdıysam artık, arayan arayana. Seni seviyorum cümlesini bir günde hiç bu kadar çok duymamıştım. Çok iyi geldiğini söylemeliyim. Herkese teşekkürler. Facebooka geri mi dönsem acaba? Likelayın beni oooh yeah! Ben de sizleri çok seviyorum. Merak etmeyin ben iyiyim. Henüz kafayı yeme boyutuna gelmedim.

Bugün de sizlere burada bir buçuk seneden beri yaşadığım halde, nasıl ispanyolca öğrenemediğimi anlatacağım. Sıkı durun, siz de yurtdışında yaşama kararı alırsanız, bu bilgilere ihtiyacınız olacak. Benim yaptığımın tam tersini yaparak öğrenebilirsiniz.

Öğrenemiyor olmak için öncelikle o ülkenin şartlarının zorlaşması gerek. Mesela kıtlık olacak, ne bileyim, güvenlik sıkıntısı olacak. Kafanız hep şunlarla meşgul olacak:
Un bitti, tam buğday ununu geçtim, beyaz un bile olsa olur, nerede ne kadar?”
Süt bitti, kimlik numaramın son rakamına göre, hangi gün nereden alırım? Süt tozu da mı yok?”
Bugün bachakerolar (bire alıp ona satan aracılar) beni ne kadar kazıkladı?” gibi.... Örnekler çoğaltılabilir.
Gıda konusunda bir seneden sonra kafanızı farklı şekilde meşgul ediyorsunuz. Ya biterse diye her bulduğunuzda en az 5 kilo alınca, onları nasıl tüketebilirim boyutu biraz daha keyifli. Yemek pişirmeyi çok sevdiğim için, onları tüketmeye dair fikirler bulmakta zorlanmıyorum, yemekte ise hiç zorlanmıyorum.

Güvenlikle ilgili örnek vermiyorum. Çünkü bir şey olmasın diye hafta içi hiç dışarı çıkmıyorum. Haftasonu da alışverişe ya da yakın bir parka gidiyoruz. Orada da pek iletişime geçmiyoruz yabancı olduğumuz anlaşılmasın diye. Pratik yapma ortamımız sınırlı.

Yaşadığım sitede yavaş yavaş konu komşu edindim. Ama bizdeki gibi içli dışlı olmayı sevmiyorlar. Yani çağır çağır nereye kadar. Yedirip içirmek değil mesele, bir kere de davet edilmek istiyor insan. Belki de sevmemişlerdir bizi. Ne bileyim...

Oğlumu parka indiriyorum akşamüstü. Genelde akranlarının anneleri oluyor ya da hava almaya çıkan 65 yaş grubu. Konuşmaya dalmak istiyorum. O konuda hiç çekinmem. Maksat iletişimse, ki konuşamamaktan da dilimin şişmiş olduğu düşünülürse, tam konuşucam, kulağıma alışverişte neyi ne kadara alıklarına dair rakamlar çalınıyor. "Oço mil kiniyentos, de verdaaadd? demasiadooo muy karooooo, ooo dios..." gibi. Okunuşlarını yazdım bu arada, ispanyolca bilenler hemen atlamasınlar “vallaha öğrenememiş diye”. Yani diyorlar ki, şu şurada sekiz bin beş yüz bolivar mı, gerçekten mi ?Aşırı pahalııı, aman allaahhııımm..gibi... E ben de uzaklaşıyorum tabi konu beni ilgilendirmiyorsa. Ama bebek beziyle ilgili konuşma ihtimali olan anne babaların yanına sokuluveriyorum usul usul, o harika ispanyolcamla “Nereden alıyorsunuz? Ne kadara? diye sorabiliyorum. Tabi ki bir bachakeronun adresini, ismini veriyorlar. Etrafı bilmediğim için “heee tamam diyorum, adresi siz whatsaptan şeyedersiniz.”

Bu yüzden rakamlar konusunda iyi sayılırım. Kulağım da hassaslaştı, Kedilerin kulakları sese karşı irkilir ya, benimkiler de onlarınki kadar duyarlı hale geldi burada ne zaman sonu tos toslu kelimeler kullansalar fiyat konuşuyorlar demektir.
Kiniyentos, oçesiyentos mu? Ooo site halkı bir şeylere ulaşmış ve ben bilmiyorum, hemen öğrenmeliyim. Ya ihtiyacım varsa?”
Kimse benden gizli bir şey alamaz buralarda, o kadar!

Alışverişten dönenlerin poşetlerine göz kayması, burada gayet olağan bir davranış. Benim de gözüm kayıveriyor tabi. "Aaaa, süt, pirinç, un gelmiş. Ooo hadi bakalım, nereden aldınız sorması ayıp?" diyorum. Bakın bunlar hep pratik. 

Oğlumun akranlarının anneleri, biri hariç ingilizce pratik yapmak için beni kullanıyorlar. Ciddiyim. “Ay ne zamandır konuşmuyordum, bak ne güzel oldu konuşuyoruz, çoğu kelimeyi unutmuşum diyorlar.” Sonra da yine benim dürtmemle muhabbet ediyoruz. Çünkü, biraz utangaçlar. Çok soru sorulsun istemiyorlar galiba. Tam da adamını buldular. Türküm ben sorarım. Kaçamazsınız benden.

Komşum yurtdışında yaşamaya karar vermiş, çocukları için. Beyin göçü olarak düşünebilirsiniz bu gidişleri. Bir çok insan yurtdışına kaçmak için fırsat kolluyor. Neyse, ingilizce bilmediği için, bir diğer komşumla bana haber gönderiyor, bizim gibi yabancı biri evi kiralamak isterse, haberimiz olsun diye. Burada yerlilerle sorun çıktığı için, yabancılara kiralamayı tercih ediyorlar. Diyorum ki aracı olan komşuma nereye gidiyorlarmış, neden, sormadın mı?
Yok, bunu söylemek istemeyebilirdi, o yüzden sormadım.” Naifliğe bakınız....
Ben sorardım, dur ben onu parkta kıstırayım da sorayım” dedim, epeyce güldü.

Parktaki çocuklarla muhabbet edebiliyorum biraz.
Nasılsın?, Hava da serin, ceketin nerede?” Anaçlığımla boğuyorum onları. Büyük çocuklar top oynarken de oğlumu onların koordinasyonsuz hareketlerinden kurtarmak için açıyorum pençelerimi;
Azıcık ötede oynayın, burada bebek var, görmüyor musunuz? şeklinde de tersleyebiliyorum. Bazen gelip oğlumu sevmek istiyorlar, ufak tefek anlatıyorum bir şeyler. “Uykusu var da o yüzden böyle huysuzluk yapıyor. Ehuhehuuuehe” Genelde kaçıyor çünkü, pek istemiyor kucaklanmak.

Geçenlerde 65 yaş grubu ihtiyarlar heyeti yine parktaydı. Oğlumu severek başladılar konuşmaya, sonra bir soru yağmuru. Venezuellalılar yaşlandıkça açılıyorlar demek ki, bak muhabbet etmek istiyorlar. Didiklediler baya. Sonra yalnızız diye pek bir üzüldüler. Aralarında en çok sempati duyduğum telefon numarasını verdi. İhitiyacım olursa arayabileyim diye. Şimdilerde onlarla aram çok iyi, alışveriş muhabbetlerine katılıp ben de “Ooo, yapma ya çok pahalıymış” diyorum hatta “Avrupa'dan pahalı” gibi büyük cümleler patlatıyorum.

Oğlum günde iki saat bir komşumla oyun oynuyor ispanyolca için. Öğretmeni çatır çatır ingilizce konuştuğu için, benim beynim de kolaya kaçıveriyor, o ispanyolca, ben ingilizce muhabbet ediyoruz arada. Sonunda o da pes ediyor. “Tamam tamam, belli şişmişsin yine gel iki lafın belini kıralım” diyor.

Öğretmen demek ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü komşum ama buradaki can yoldaşımız kendisi. Dünyanın hiçbir yerinde(Buna Türkiye dahil) çocuğunuz için daha iyi bir seçenek bulamazsınız. Hem eğitimli, hem becerikli, hem iyi bir insan, güler yüzlü... Burada yaşarken mutlu olmak için tutunduğum ilk şey sağlıklı olmamız ve ikincisi de oğlumun öğretmeni. Akşamüstü de parkta ispanyolca duyuyor. Arada çizgi filmler de ispanyolca. Günde en az 5 saat yoğun bir şekilde bu dile maruz kalıyor. Ve ilk üç yaşın dil öğrenmede ne kadar önemli olduğunu okumuşsunuzdur. 

Oğlumun kabiliyeti ona özel değil. Şımarık instagram anneleri gibi;
 “Ayy benim oğlum çok ama çok zekiiii, o bir cinyıııs!” demiyeceğim. Gayet sıradan. Onun dil öğrenebilme kapasitesini gördükçe, on dili duysa da öğrenebileceğini fark ettim. 
Dil bilimci bir arkadaşım, bir tez konusunu kaçırdığını düşünüyor. Biz eşimle aramızda Türkçe konuşuyoruz doğal olarak. Günde 3 saat yoğun ispanyolca duyuyor karşılıklı. Ben dışarıda hep ingilizce konuşuyorum. Öğretmeniyle de. Eşimle eğer onun hakkında konuşacaksak, anlamasın diye ingilizce konuşuyorum. Çünkü iyi ya da kötü, çocuğun yanında konuşmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Anlamadığı bir şey konuşmak da doğru değil belki ama diğer seçeneğe göre daha iyi.
(İngilizcem de gayet sokak dili, yanlış anlaşılma olmasın. Kendimi idare edecek kadar. Derdimi anlatıyorum çok şükür.)
Yani üç dile maruz kalıyor. Ağırlıklı olarak ispanyolca ve Türkçe. İspanyolca her şeyi anlayabiliyor. Hatta ağzımız açık kalıyor bildiği kelimeleri fark edince. Bizimle ispanyolca iletişime geçmiyor. İletişim dediğim de iki yaş çocuk dili. Uzun cümleler değil tabi ki. İki kelimeli cümleler. Aynı ortamda öğretmenine dönüp ispanyolca söylüyor, sonra bana dönüp Türkçesini söylüyor. Eşimle bana ispanyolca birşeyler söylediğinde doğal olarak anlamıyoruz, işte o zaman çok sinirleniyor. İspanyolca şarkıları söylememizi istiyor. Bazılarını ezberledim ama hepsini öğrenmem imkansız. İnanılmaz bir hızla öğreniyor. Gidemiyoruz diye üzülmek yerine, buna odaklanmaya çalışıyorum. Hem mutlu bir çocuk, hem de dili yerinde öğreniyor. Daha ne olsun.  Ne kadar öğrenebildigini, ilk üç yaşta duyduklarını ileride kullanıp kullanamayacağını ileride göreceğiz. Devam ettirmek önemli tabi ki. 

1sene kadar çok farklı bir aksanla konuşan yardımcımız Luz'dan, son üç aydır da bizimle birlikte olan Christina Teyzemizden de bahsetmek gerek. Her ikisi de Kolombiyalı. Ama Luz Kolombiya'nın sahil kesiminden, teyzemiz de dağlık bölgesinden. Sahile indikçe insanlar daha hızlı ve kaba konuşurmuş, dağa çıktıkça kibarlaşıp, ağırlaşırlarmış dedi komşumun biri. Aksan değişiminin sebebi buymuş. Bilemeyeceğim bu ne kadar genellenebilir ama Luz'u çok az anlayabiliyordum, Christina Teyzemi ise anlayabiliyorum.(İki kişi değil yardımcılar, prenses değilim daha o kadar. Luz yer beziyle buzdolabını silmeye kalkınca yollarımızı ayırdık. Hijyen sıkıntısından bahsetmiştim daha önce hatırlarsanız.)

Latinler, İtalyanlar kadar olmasa da ellerini, vücutlarını da konuşmaya dahil edebiliyorlar. Aslında bizler de öyleyiz ama latinler biraz daha tutkulu konuşuyorlar. Bu yüzden ne anlattıklarını anlamak çok da zor olmuyor. Onların da haftanın iki günü geldiğini düşünürsek, nasıl daha iyi öğrenemedim, ben de anlamıyorum. Birlikte evi topluyoruz, yemek yapıyoruz. Mutfak gereçlerinin hepsinin ispanyolcasını öğrenmek zorunda kalıyorum. Elek kelimesinin ispanyolcası çok işime yarıyor mesela. Maya, huni, çırpıcı, tava, tencere.... Kelime haznem geniş, problem onları birleştirip cümle kurabilmekte. Elimden geleni yapıyorum. 

Tek suçlu ben miyim canım? İspanyolca sanki kolay bir dil de ben öğrenemedim. Bir Almanca kadar olamasa da  evet çok zor bir dil. Kelimeler dişi de olabiliyor, erkek de. Cümlenin kurulumu bunun üzerine kurulu aslında. Ona göre değiştiriyorsunuz kelime sonlarındaki ekleri. Bana zor geldi açıkçası. Tam bir senenin sonunda da beynim ingilizceden ispanyolcaya geçiş yaptı. Şöyle ki, hani ingilizce konuşurken "Türkçesi bu ama ingilizcesi ne bilmiyorum" dersiniz ya, ya da ben diyorum sizi bilemem, şimdi aynı şey ingilizce konuşurken oluyor. "İspanyolcası şuydu ama ingilizcede neydi hatırlayamıyorum." Aslında düne kadar bildiğim bir kelimeydi. Beynim artık" E yeter artık öğren be kardeşim" demeye başladı. 

Yurtdışında uzun süre yaşamış bir arkadaşım var. Ilk başta doğal olarak o kadar çok araya ingilizce kelimeler sıkıştırırdı ki, ben de bir gün niye böyle konuştuğunu  sormuştum. Tabi bozuldu. Tuhaf geliyordu bana Türk olup da dile hakim olamaması. Bir yerde de okumuştum. Dili çok iyi bilmeyenler, iki dili karıştırarak konuşurlarmış diye...
 Ama ne oldu? Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner. Şimdi aynı durumdayım ve ne ingilizcem, ne de ispanyolcam onun konuşmasının yanına yaklaşamaz. Türkçe konuşurken de hatlar karışıyor bende, ingilizce konuşurken de...Demek ki olabiliyormuş.

İşin kötüsü, iki gram ispanyolca öğreneceğim diye Türkçe'den de olduk. İşte o kötü. Çok kitap okumak lazım çoook..

Annelik serüvenim de bir hayli zorlu geçiyor tabi bir başımıza olunca. Oğlum da sağolsun bir ara gece on kez uyanırdı, şimdilerde beşe şükrediyorum. Yemek yemesi 45 dakika, uykuya geçişi 45 dakika. E ben de insanım tabi enerjim falan kalmıyor. Bir de dil öğrenmek için ekstradan zaman ve de güç ayıramadım. Çocuksuz olsaydım bir kursa giderdim mutlaka. Oğlum öğretmenindeyken gitme seçeneğim de var ama ona da iki araba şart. Burada taksi ya da dolmuşa binme gibi bir seçeneğim yok maalesef. 

Tüm bunlar işin şakası tabi. Öğrenmek istesem öğrenirdim muhakkak. Hiç ingilizce konuşmazdım. Onlar kendi dillerini konuşmaya başlayınca ;
"Anlayamıyorum, ben çok az ispanyolca biliyorum." demezdim, anlamaya çalışırdım. Bak nasıl öğrenilir dil o zaman. Dışarıda birisi bana bir şey sorsa, eğer anlamamışsam hemen ilk cümlem bu oluyor: 
“Vallahi ben ispanyolca bilmiyorum.”
İngilizce bilen birisiyse, ki bu çok nadir, ingilizce devam ediyor konuşmaya. Değilse gülerek uzaklaşıyor benden. 

Eşim bu konuda çok iyi.
 “Anlamıyorum ama kesin şöyle demiştir diyorum ve si, si diyorum” diyor. 
Çaktırmıyor yani bilmediğini, ya da yabancı olduğunu. Ben dışarıda panik oluyorum, ya anlamazsam diye, sağolsunlar onlar da çok hızlı konuşuyorlar. Si, si demek bile gelmiyor aklıma, şapşal şapşal sırıtıveriyorum. 
Site ahalisine alıştım, kaçmıyorum. 
“Anlamadım, yavaşça tekrar eder misiniz?” bile diyebiliyorum. Hay ağzımı öpeyim!

Dil programlarından Rosetta Stone aldım. İkinci seviye bitmek üzere. Kafanıza vura vura öğretebilecek bir program. İspanya dışında bir yere gidersek, bir daha bakmam gibi geliyor. Bu yüzden üçüncü seviyeyi de bitireyim gitmeden önce diye telaş yapıyorum biraz.  Bir ara Duolingo'ya da takılmıştım. O da keyifliydi. Boş vakitlerimde bu programla dili desteklemeye çalışıyorum.
 "Ne programı? Bak hala program diyor, gidip konuşsana insanlarla. Biri şuna ispanyolca konuşulan bir ülkede yaşadığını hatırlatsın lütfen." diyorsanız haklısınız. Belki de dil öğrenmedeki en büyük hatamız bu. Grameri kapmayı planlıyoruz ilk başta. Dur şunu da öğreneyim, tamamdır, bak nasıl konuşacağım kafasındayız. Eğitim sistemimizin bize dayattığı öğrenim şekli bu çünkü. Ben ikisini de eşzamanlı götürmeye çalışıyorum aslında. Bu ülkeye gelmeden önce, hamileliğim sırasında, hem de son aylar dahil, beş aylık bir kurs geçmişim var Ankara'da. O kadar istiyordum yani öğrenmeyi. Kurs boyunca;
 "Yav past tense olmuyor, öğrenemiyorum." diyordum. Hala aynı yerde sıkıntım var. Eşim de takılıyor bana; 
"Geldin past tense, gittin past tense, sen o rosetta stoneda beşinci seviyeyi bitirsen de konuşamayacaksın bu gidişle. Sadece konuş." diyor. Haklı, ne diyeyim. 

Uykusuzluk, yorgunluk, tembellik, isteksizlik, stres.... Benim bahanelerim bunlar. Belki bir başka birisi benim yerimde olsaydı çatır çatır öğrenirdi. Kim bilir? 

Benim en iyi bahanem şu:
"Ülke üstüme üstüme üstüme geliyor, dillerini de öğrenmek istemiyorum. Tek istediğim oğlum için ve bizim ruh sağlığımız için daha modern bir yere gidebilmek."

Siz ne düşünüyorsunuz? Bu sizce yeterli bir sebep mi?